|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Prof. Eser Karakaş'ın HaberTURK kanalında haftada bir yaptığı programın sonuncusu pek çok açıdan öğreticiydi. Karakaş, o gün Prof. İlkay Sunar ve Şahin Alpay'ı konuk etmişti. Programda tartışılan konulardan ikisi özellikle ilgimi çekti. Bunlardan birincisi Alpay'ın diğer iki konuşmacıdan daha fazla önemsediği anlaşılan "Seçimler ve dış politika" olarak özetleyebileceğimiz fasıldı. Alpay, bence de çok haklı olarak, ABD'nin ısrarla peşini bırakmadığı eli kulağında bir "Irak seferi"nin 3 Kasım seçimleri öncesinde siyasi partiler tarafından niçin "seçim malzemesi" olarak kullanılmadığını soruyor ve bu durumu şaşkınlıkla karşılıyordu. Hatta bir ara bu sorusuna ilişkin olarak şöyle güzel bir tespitte de bulundu: "Yakın zamanda Milli Savunma Bakanı'nın Kerkük'ten bahisle "Misaki Milli Sınırları"ndan filan bahsetmesi, ne tuhaftır ki kimsenin ilgisini (ve tepkisini) çekmedi!" Alpay'ın ve diğer konuşmacıların "Seçimler ve dış politika" ilişkisine (daha doğrusu "ilişkisizliğine"!) dair ileri sürdüğü diğer görüşleri de dinledikten sonra, biz dinleyiciler tabii olarak şu sonuca vardık: Evet, Türkiye'de içinde "Irak seferi"nin de bulunduğu pek çok siyasal sorun, siyasal partiler tarafından maalesef gönüllü gönülsüz olarak dışlanmakta, "siyaset" bu en hasından siyasal sorunlara kayıtsız kalınarak sürdürülmektedir. Gerçekten ne acı bir tablo; hele de daha dün Almanya'da Sosyal Demokrat ve Yeşiller koalisyonunun kan tazelemesinde "Irak seferi"nin ne derece önemli (ve belki de belirleyici) bir rol oynadığını hatırlayınca…. "Siyaset" bizde de var, demokrasilerin vazgeçilmez kurumları olan "siyasal partiler" bizde de var; ancak "steril" bir siyaset yaptıkları takdirde…. Karakaş'ın son programında ilgimi çeken ikinci konu benim "genç führer" olarak söz ettiğim "siyasetçi"nin "önlenemez yükselişi"ne ilişkindi. Bu konuda da Prof. Sunar'dan çok yerinde bir analiz dinledik. Farkındaysanız epeydir ben de tekrarlayıp duruyorum; 3 Kasım seçimleri öncesi tablonun üzerinde düşünülecek en önemli (önemli ve "tehlikeli"!) gelişmesi Genç Parti oylarının baraja dayanmasıdır. Doğrusu böyle bir gelişmeyi ben de beklemiyordum. Ne oldu nasıl oldu da, "genç führer"in sazlı-sözlü açıkhava toplantıları bu partiyi barajı geçebilecekler arasına yerleştirdi? Prof. Sunar, dikkatle izlediği muhakkak bu manzarayı "lümpen popülizmi" kavramı yardımıyla açıklamaya çalıştı. Olup biteni açıklamak için hiç fena bir kavram değil. Yanlış duymadıysam Sunar'ın bu çerçevede "Peronizm" kavramını da yardıma çağırdığına da şahit olduk. Doğrusu ben pek bu fikirde değilim; sazlı-sözlü açıkhava toplantılarının müdavimleriyle "Peronizm"in hitap ettiği topluluk (herşeyden önce "işçiler" yok mu?) arasında önemli farklar bulunduğunu sanıyorum. Dolayısıyla, Sunar'ın teklif ettiği ilk kavramın ("lümpen popülizmi") çok daha işimize yarar olduğunu düşünüyorum. Prof. Sunar (Bu arada Karakaş'tan rica edelim de Sunar'ı programına daha çok davet etsin!), son günlerde eline geçen bir kamuoyu yoklaması sonuçlarına göre Genç Parti oylarının İstanbul'da yüzde 15, yurt genelinde yüzde 7.5'a yükseldiğini söyledi. (Bu rakamları duyunca "fesuphanallah" çektiğimi de hatırlıyorum!) Düşünebiliyor musuz, İstanbul'da yüzde 15, yurt genelinde yüzde 7.5! Ayrıca şu da var: Neşe Düzel'in (Radikal) son röportajında açıklamalarına başvurduğu Tarhan Erdem'in aynı "parti"nin muhtemel skoruna ilişkin "barajı geçebilir" dediğini de hatırlar gibiyim… ("Hatırlar gibiyim" diyorum, çünkü bu bilgiyi acaba doğru mu hatırlıyorum diye internetten Radikal'in pazartesi sayısına girerek doğrulamak istediğim halde, röportajla karşılaşamadım.) Görüyorsunuz, "fesuphanallah" ki ne kadar! Peki o halde "Neler oluyor?" Bu "önlenemez" yükseliş "genç führer"in elindeki medya kuruluşlarının gücünden mi kaynaklanıyor? Yoksa açıkhava toplantılarında "söz"e eşlik eden "saz" bu ülke seçmenlerine her şeyi unutturabilecek güçte mi? Yoksa bütün bu faktörlerin gücü, meselede belirleyici bir rol oynayan bambaşka bir faktöre karınca kararınca eşlik etmekten mi ibaret? Prof. Sunar'ı da dinledikten sonra benim bu tabloyu değerlendirirken öne çıkardığım nedenler şunlar: "Genç führer"i parlatan asıl faktör, yaptığı konuşmaların "anti-politik" niteliğidir. Görüyorsunuz, "a-politik" filan demiyorum; doğrudan "anti-politik bir söylem"le karşı karşıyayız. Dikkat ettiyseniz "genç führer" karşısındaki onbinlere fazla bir şey vadetmiyor. Tek tek diğer partilerden, ayrıntılı olarak ekonomik "receteler"den, AB, tarım, eğitim, sağlık vs. gibi meselelerden uzun uzun hiç söz etmiyor. Attığı nutuklar KDV'de yapılacak birkaç düzenleme, öğrencilere bedava dağıtılacak kitap-defter, IMF'ye karşı aşırı "hiddet", orta dozda "milliyetçilik" gibi aslında politikayı yok farzeden, politikayı adam yerine koymayan unsurlardan oluşuyor. Ve işin tuhaf (ve acı) tarafı bu "anti-politik" nutuklar önceden saydığım diğer faktörler (ve de liderin gençliği ve zenginliği) ile birleşince bayağı taraftar bulabiliyor. Tamamen bağırıp çağırmaya dayalı, fiziki temaslarla bir "kabile" yaratmaya özen gösteren, aşırı heyecan ve hiddet yüklü bu "anti-politik" nutukların tarihte neyin taşıyıcısı olduklarını açıklamam gereksiz sanırım… Söylendiğine göre "genç führer"in kampanyasını ünlü bir reklamcı düzenliyormuş. Eğer bu bilgi doğruysa, o reklamcıya da nazar deymesin… Demek bir reklamcı, banka, şekerleme-dondurma, deterjan-çamaşır suyu reklamı derken, memlekette böyle bir ürünü de tutturabiliyormuş…. Peki bu "önlenemez yükseliş" daha başından itibaren nasıl engellenebilir, açıkhava toplantılarını dolduran binlerce insanın toplantılardan sadece "saz" dinlemiş olmanın mutluluğuyla ayrılmaları nasıl sağlanabilirdi? Tabii ki medya sayesinde… Ama siz şu işe bakın ki, memleketteki haber alma özgürlüğünü yüzde 70'lerde kontrol eden en büyük grup, "genç führer"in grubuyla kavgalı olduğundan Genç Parti'nin "önlenemeyen yükselişi" hakkında tek bir yorum yapmıyor. Yapmasınlar yapmasınlar… "Genç führer" koalisyon ortağı olursa o zaman düşünürler! Not: Eser Karakaş'ın programı dolayısıyla HaberTURK'ün adı geçince hatırladım: Bu kanalda geçen gün yayımlanan "Basın Kulubü"nde Ertuğrul Özkök'ün Medyakronik'in kapanmasıyla ilgili bir soruyu cevaplarken "Yok ananızın…" ifadesini kullanması (sonradan özür dilemesi işin ciddiyetini değiştirmez), televizyon kanalının aynı programı ertesi gün yayımlarken bu ifadeyi ayıklaması, internetteki sitesinde bu ifadeyi makaslaması, üzerine fazla laf edilmesi gereksiz gülünç bir manzaradır. Bir başka gülünç durum da "Kulüp" sahibinin Medyakronik'ten ısrarla "medya düşmanı" diye söz etmesidir. Kendisine şu kadarını söyleyeyim ki, bu meseleye girmek boyunu çok aşar; unutmasın ki "haddini bilmek" büyük erdemlerden birisidir….
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |