|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Milli Güvenlik Kurulu'nun "Ulusal Program'daki yükümlülüklere dair çalışmalar hızlansın" diyen ve dört ay içinde Olağanüstü Hal Uygulamasına tümüyle son verme kararı alan son toplantısı, devletin siyasi tercihlere ağırlık koymasını ifade ediyor. Devletten özellikle MGK bağlamında sözedildiğinde, kastedilen asli kurumun Silahlı Kuvvetler olduğu da açıktır. Devletin ve Silahlı Kuvvetler'in belirli pazarlıklar çerçevesinde ve belirli koşulları sağlayarak Batı yolundan kopmak istemediği bilinen bir gerçek. Ancak bu koşulların zaman zaman AB karşıtlığına kadar giden ince bir denge oluşturduğu da ortada. Yine de Türkiye'nin AB'den müzakere takvimi almasının sözkonusu olduğu ve bunun için idam, Kürtçe yayın, eğitim gibi konularda adım atmak durumda bulunduğu şu aşamada MGK'nın verdiği kararlarda şaşırtıcı bir yön yok. Başka bir deyişle Türkiye şu an gerekli adımları atmaz ve AB adaylığına yönelik bir müzakere takvimi almaz ise, sadece AB üyeliğinin ciddi bir şekilde askıya alınması açısından değil, Kıbrıs'tan Ege'ye kadar bir dizi meselede koz kaybetme anlamına gelmesi açısından sorun doğacaktır. Ancak özellikle Kıbrıs meselesinin gündeme geleceği ve Türkiye'nin toplumsal azınlıkların haklarına yönelik geliştireceği teknikler açısından türlü tartışmaların açılabileceği önümüzdeki dönemde sorunların bu tür çıkışlarla ya da devlet açısından küçük tavizlerle atlatılabileceğini düşünmek gerçekçi olmaz. Bu noktada şu soruya, aslında ana soruya dönmenin yararı var: AB üyeliğinin gerektirdiği idam cezasının kaldırılması başta olmak üzere çeşitli reformlar konusunda Milli Güvenlik Kurulu'nun, Silahlı Kuvvetler'in, devletin belirleyici ve taşıyıcı olması ne anlama gelir? Bir kere şu tespiti yapmak gerekli: Milli Güvenlik Kurulu yapısı, terkibi ve işlevleri açısından basından siyasi partilere, Batı'dan kamuoyuna herkesin bağlayıcı gördüğü, kendisini ayarlamakta mihenk taşı kabul ettiği bir kurum haline geldi. MGK'nın herhangi bir açıklaması bir siyasi partinin tavrından, örneğin ANAP'tan, DSP'den daha çok ses getiriyor, meşruiyet taşıyor, daha da önemlisi MHP gibi siyasi partilerin tavırlarını değiştirebilecek bir gücü ifade ediyor. MHP'nin kurmayları Kürtçe eğitim ve yayın alanında askerden gelen öneriler sonrasında "uzlaşı halinde öncülük bile yaparız" diyebilecek kadar "esnek"ler... Şimdi denebilir ki, istikamet doğrudur; MGK'nın kararları ve konumu bu açıdan faydalıdır, faydalı olmuştur. Yine denebilir ki, siyasi partilerin ve iktidarın işin içinden çıkamadığı bir durumda MGK'nın hakemlik yapması kaçınılmazdır. Ancak şunu da gözardı etmemek gerek: Bu ülkede büyük değişim dönemleri, değişim unsurları kadar değişim karşıtı unsurları devreye sokar. Kontrol altında tutulmak istediği için değişim taşımaya devlet soyunur ve devletin taşıyıcısı olduğu değişim temaları eksik, güdük ve karşı tedbirlerle dolu olur. En önemlisi devletin taşıyıcılığı siyasetin devletle özdeşleşmesi, siyasi partilerin geri itilmesi, dolayısıyla toplumsal meşruiyetin yerini devlet meşruiyetinin almasına yol açar. Bugün de durum tam olarak böyledir... Değişim projelerinin tartışılması bu projenin taraflarına, kamuoyuna yasak ilan edilirken tepeden alınan faydacı kararlar, "ölümü gösterip sıtmaya razı edercesine" insanları rahatlatır bir hava yaratmaktadır. Kürtçe eğitim ve yayın konusu örneğin bir toplumsal tartışma ve uzlaşma meselesi olmaktan çıkarılmış, bir devlet meselesi haline getirilmiştir. Bu konuda yapılan GAP'tan bir kaç saatlik resmi yayın, Kürtçe eğitim için devletin vereceği birkaç pilot kurs gibi devlet önerileri ise en azından yöntemleri itibariyle "merkeziyetçiliği ve devletçi bakışı" pekiştirmekten öteye gitmeyecek önerilerdir. Bu durum, yani bu pekişme ise ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu bir hususu toplumsal mutabakatların yenilenmesi ve tazelenmesi gereğini iyice rafa kaldırır. Sosyal sorun yaratır. Siyasetin önüne sanıldığından daha ciddi bir tıkaç koyar. Siyasal sorun yaratır. Dün bu konuda şunu söylemiştik: "Bu gidiş ve bu yapı toplumsal taleplerin varlığını tehlike gördüğü oranda toplumsal temsilin önünü tıkamaktadır. Değişim politika ve söylemleri yerine istikrar politikaları ve söylemlerini dayatmaktadır. Bu yolla topluma sürekli olarak kriz mesajı verilmesini sağlamakta, siyasetle vasatlığı, heyecansızlığı, statükoculuğu birleştirmekte, siyasetin tek bir sorun üzerine odaklanmasına yol açmaktadır. Ve bu çerçevede toplumsal talep dağınıklığının siyaset üzerinden birleşmesini engellemektedir..." Unutmamak gerekir ki, iç dinamikler olmadan değişim olmaz, hatta istikrar doğmaz. Ve bu gidiş önümüzdeki seçimlerde ülkeyi bölük pörçük bir partiler yelpazesine ve yeni krizlere götürmektedir. Nasıl? Yarına.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |