|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
"Orta boylu, kırmızı bir domatesim ben. Atalarımın Amerika'dan geldiğini, patlıcanla aynı soya bağlı olduğumu, tohumumun İsrail'de üretildiğini, özel bir serada yetiştirildiğimi söylemesem de olur. Ama en çok keskin bir bıçakla doğranmayı, tuzlanmayı ve benden daha gelişmiş bir varlık olan insanın varlığına katılmayı umduğumu, bu umutla yaşadığımı söylemeliyim. Topraktan, sudan, güneşten ve aslında pek de hoşlanmadığım yapay gübre, hormon ve ilâçlardan aldığım nice nesnenin benim gövdeme yerleşip gelişirken duydukları mutluluk ve yücelme duygusunu, bir insanın dişleriyle ısırılırken, ağzında parçalanırken, midesinde erirken ve o insanın etine, kemiğine, kanına, sinirlerine, hücrelerine yapıcı bir unsur olarak katılırken duyacağımı hayâl ediyorum. Daha dalımda kızarmaya başlamışken kurmaya başladığım bu hayâl, benimle birlikte olgunlaştı. Koparılışım, bir sandığa yerleştirilmem, o uzun kamyon yolculuğu, halde bekleyişim, bir pazarcıya satılışım ve nihayet bu evin hanımı tarafından beğenilip alınışım, beni bu hayâlime yaklaştıran adımlardı. Sözün burasında, pazarda içine konduğum o naylon poşetin kokusunu hiç beğenmediğimi söylemeliyim. Benimle birlikte bu eve gelen arkadaşlarımdan bazıları, daha yumuşak oldukları için benden önce kesilip doğrandılar, bir tavada kavruldular. Eh, onlarınki de fena bir son sayılmaz ama umarım benim bahtıma ateş değil, diş düşer! Doğrusu, bu evin hanımını beğendim. Kimi hanımlar, domatesi biraz yumuşamış ya da ezilmiş görünce, hemen çöpe atıyorlarmış. Böylece nice soydaşımın hayâli umulmadık biçimde kırılıyor, yetkin bir varlığa katılma umutları yok ediliyormuş. İnsanın yiyeceği olmak ya da yemeğine katılmak varken; sineklerin, böceklerin yemi olmayı ya da çürüyüp toprağa karışmayı hangi domates ister? Sinekleri, böcekleri, hele toprağı küçümsediğimi düşünürseniz, beni yanlış anlamış olursunuz. Demek istediğim şu: Her yolcu, yolculuğun tüm aşamalarını başarıyla geçip son menzile sağ esen ulaşabilmeli. Yolculuğun başında, ortasında, şurasında burasında telef olup gitmek ya da menzille ilişkisi olmayan çıkmaz yollara sapmak, saptırılmak, bana üzüntü –üzüntü yetmez- acı veriyor. Böylesi olumsuzlukları düşündükçe ya da anımsadıkça, nevrim dönecek, tadım değişiverecek diye korkuyorum. Arkadaşlarımdan ikisi, dün akşam bir salatanın içinde yer alarak erdiler menzillerine. Yeşil marulu, hele sarıya çalan saydam zeytinyağını pek sevdiler. Onların mutluluğuna uzaktan bakarken, "Acaba ben de mi salata olsam?" dedim. Biliyorum, seçme özgürlüğüm yok ama yine de içimden böyle bir özleyiş geçti işte. Bu sabah, buzdolabının kapağı açıldığında çok heyecanlandım. Mutlu sonun nihayet geldiğini düşünüp titredim. Son, mutlu da olsa kolay olmaz, titretir. Karşımızda evin hanımı değil, oğlu vardı. Elini uzatıp ikimizi seçti. Musluğu açıp bir güzel, ova ova, birer birer yıkadı ikimizi de. Aslında o kadar ovmasına gerek yoktu ama titiz bir çocuk galiba. Önce beni mi, arkadaşımı mı yiyeceğini ve nasıl yiyeceğini merakla beklemeye başladım. Yazık ki, arkadaşımı seçti ve elindeki küçük bıçakla önce ikiye, sonra dörde, sonra sekize böldü onu. Üzerine biraz tuz serpti. (Arkadaşımı teninde tuz erirken görmeliydiniz!) Sonra da çatalına batırıp sekiz dilimi de yedi. Yandaki tabakta beyaz peynir de vardı. Oğlan onu bitirmedi ama arkadaşımı bitirdiği gibi, tabağa akmış olan suyunu da ekmeğiyle sildi süpürdü. "Elhamdülillâh!" diye mırıldandı. Mutlu sona şimdi kavuşamayacağımı düşünüp hüzünlendim. Küstüm. Çevremde ne olup bittiğine bakmaz oldum. Akşama doğru, evin genç kızının bana doğru ilerlediğini görünce, gözlerimi umutla açıp bekledim. Demek ki, böyle güzel bir varlıkla bütünleşecekmişim, bekleyişim boşuna değilmiş diye sevindim. Ama sevincim kısa sürdü. İlkin, beni sağ eline değil de sol eline alışından işkillendim. Sonra da tenime ardarda ve derin derin üç kez batırdığı iğnenin verdiği acıyla sarsıldım. Belki bu iğne deliklerine dudaklarını dayayıp suyumu emmeye çalışacaktır diye umdum. Umudum boşa çıktı. Büyüklerimden işittiğim "turşu olmak" serüvenini anımsadım. İnsanlar kimi domatesleri sirkeli ya da tuzlu suya atmadan önce, çeşitli yerlerine iğne batırırlarmış da "turşu" olmasını beklerlermiş. Belki de kaderimde turşu olmak vardır, kim bilir! Fakat hayır, bedenimde derin mi derin üç iğne deliği açan bu genç kız, beni bir turşu kabına değil, aldığı yere bırakıverdi işte. Ve elindeki iğneyi diliyle bir güzel yaladı. Ne tuhaf! Ne tehlikeli, ne saygısızca bir davranış bu! İğne yalanır mı hiç? Şimdi ben, bedenimde bu üç yarayla ne yapayım?"
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |