|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye'de devletin bütün refleksleri insanı önceleyen bir şefkat örgütlenmesine değil, içinde insanın olmadığı "ideolojik bir şişmanlığa" ayarlıdır. 28 Şubat politikalarıyla dibe vuran Türkiye'nin yaşamakta olduğu derin kriz, "kutsal devlet"in toplumsal hafızadaki çöküşünün de miladı oldu. Ve Türkiye'de yediden yetmişe herkes, üstümüzün de altımızın da gerçekten "çürük" olduğunu bizzat sefaleti yaşayarak gördü. Ancak hâlâ ağır bir depresyonla sarsılan devletteki bu çürümeyi görmeyen, görse bile iflah olmaz "laikçi yobazlığı"na yediremeyen kafalar var. Bunlar için hiçbir "şok" kâr etmiyor. Ne yazık ki, "ideolojik şişmanlığın" tedavisi de yok. Yaşanan kriz ve felaketlerle sadece biraz sendelediler o kadar. Devletin bu fanatik "korku bekçileri", her gün bir dilim ekmek bulabilmek için büyük acılar yaşayan insanların imdadına yetişemediler ama, özgürlüklerin ve en temel insani hakların önüne barikatlar kurmada müthiş bir başarı gösterdiler. Zaten bugüne kadar tek başarılı oldukları alan da yasakçılıktı. Dolayısıyla, her alanda yerlerde sürünen Türkiye'nin, Ankara'nın bütün beceriksizliğini gözler önüne sermesi bile, devletin hücrelerine kadar sinmiş o "kutsal yasaklar"ına geri dönmesine bir türlü engel olamıyor. Eğer Ecevit'in sağlığı elverirse, 28 Şubat'ın "üç atlısı" kafa kafaya vererek başta "RTÜK Yasası" olmak üzere ülkeye yeni yasaklar armağan edecekler. İyi güzel anladık da, peki bu ülkenin kangren hale gelmiş sorunlarını kim çözecek? Ülke sorunlarıyla ilgili atacağı her adımda, "acaba asker ne der" diye yukarılara bakmaktan boynu ağrıyan, bu yüzden devletin günübirlik rutin işlerini bile yürütmekte zorlanan ve bağırsaklarındaki her "gaz sıkışması"nda ülkenin yüreğini ağzına getiren "titrek" Başbakanı mı? Parlamenter sistemin en vazgeçilmez kurumlarından birisi olan, ancak her gün kapanma ve liderlerinin tutuklanması korkusuyla yaşayan, bu yüzden bırakın Türkiye'nin sorunlarına çözüm üretmeyi, yarınından bile emin olmayan siyasal partiler mi? YÖK'ün "kışla düzeni" anlayışıyla bilimin sürgüne gönderildiği, öğrencilerin ve öğretim üyelerinin fişlendiği, kız öğrencilerin ellerine kelepçe takıldığı, yasakçı "Taliban mantığı"nın egemen olduğu üniversiteler mi? Eğri oturup doğru konuşalım, bütün kurumların güvenirliğinin kaybolduğu bir ülkede herhalde "kriz"den başka bir seçeneğimiz olamaz. Bir kere, öncelikle bu kurumlara neden güven duyulmadığını sorgulamalıyız. Güvenilmiyor, çünkü bütün kurumların toplumsal faydaya dönük özgür düşünce kanalları "ulusal güvenlik" kavramıyla kuşatılmış durumda. Siyaset çözüm üretemiyor, çünkü siyaset etmenin en meşru zemini tahrip edilmiş durumda. Üniversite bilim üretemiyor, çünkü bilimsel özgürlüğün önü "çağdaş Talibanlar" tarafından kesilmiş. Ülkenin büyük bir bölümünde öylesine büyük bir trajedi yaşanıyor ki, dayanılır gibi değil. Doğrusu yardım kuruluşlarının önünde bir ekmek ve bir tas çorba için kuyrukta bekleyen insanları gördükçe içim eziliyor. Bu ülke, bu trajediyi gerçekten haketmiyor. Türkiye derin bir sefalet yaşıyor ve devlet hâlâ, "Aydın Doğan'ı devlet ihalelerinden nasıl sebeplendiririm, Tayyip Erdoğan'ın önünü kesmek için ne tür tezgahlar düzenleyebilirim" gibi utanç verici işlerle uğraşıyor. Yazıktır be... Bir ülkenin kaderiyle bu kadar oynanmaz. Elbette, hiçbir hükümet ülkeyi kötü yönetmek gibi bir amaç için iktidar olmaz. Ama Türkiye çok kötü yönetiliyor. Krizden kurtulmak için Amerika'dan "Dervişler" getiriliyor, IMF'den krediler alınıyor, ama ülke hergün biraz daha batıyor. Olmaz, bu "1930 model" kafayla binyıl geçse yine olmaz... Devlet toplumla barışmak için en küçük bir adım bile atmadan ve Türk insanı "potansiyel suçlu" olarak görüldüğü müddetçe, ne kriz biter, ne de 28 Şubat...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |