T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Gerekçe ve karşı oy yazıları

Anayasa Mahkemesi'nin FP ile ilgili kapatma kararının gerekçesi bu haliyle bir kere daha Anayasa Mahkemesi'ni tartışma alanına çekecek niteliktedir.

Öncelikle kararın gerekçe ile birlikte değil de önceden açıklanması gerekçeyi de yaralayacak bir mahiyet kazanmıştır. Çünkü ortaya ne yazık ki peşin karara gerekçe hazırlamak gibi bir görüntü çıkmıştır. Çünkü FP'yi kapatan gerekçeler cidden hukukun ötesinde nitelikler arz ederken, buna mukabil karşı oy yazıları çok daha güçlü, çağdaş hukuki temellere atıfta bulunmuştur.

İşte gerekçe tarihin huzurundadır, tarihin yargılaması ile karşı karşıyadır. Tüm dünya hem kapatma gerekçesini hem karşı oy yazısını birlikte okuyacaktır. Ve kapatma gerekçelerindeki zaafların yanında karşı oy yazılarının gücü çok daha net biçimde teslim edilecektir.

FP'nin kapatılması kararının ana gerekçesi başörtüsüdür. Bir kere başlıbaşına başörtüsü gibi toplumun kılık kıyafetini ilgilendiren bir konunun ısrarla parti kapatma gerekçesi olarak kullanılması işin başından beri konuyu hukuk dışına çıkaran bir olgudur. Türkiye gibi halkının kadın çoğunluğunun başörtülü olduğu bir ülkede başörtüsü yasağı nasıl idari uygulamaları tartışılır hale getiriyorsa başörtüsü yasağından yola çıkıp siyasal alanı hukukla te'dip etmek toplum nazarında hukuku da tartışmalı hale getirmektedir.

Gerekçeli kararda kapatmadan yana görüş belirten üyelerin ifadeleri gerçekten kapatma kararının belirgin zaafını ortaya koymaktadır.

"Dinsel nedenlere dayanılarak başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların örtülmesine resmi daire ve üniversitelerde sertbestlik tanınması, bir tür yönlendirme ve bir anlamda zorlamadır. Kişileri şu ya da bu yönde giyinip başını örtmeye zorlamak, ayrı ve hatta aynı dinden olanlar arasında bile ayrımcılık yaratacaktır. Ayrıca kamusal kuruluşlarda ve öğretim kurumlarında başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki giysi bir ayrım aracı niteliği de taşımaktadır. Bu tür dinsel kaynaklı sembollerle dini esaslara dayalı toplumsal düzen oluşturmaya yönelik faaliyetlerin anasayanın laiklik ilkesi karşısında hoş görü ile karşılanması olanaksızdır."

Bu ifadeler 1989'daki Anayasa Mahkemesi kararından bu yana her fırsatta tekrarlanmaktadır. Oysa bu ifadelerin kendi içinde ciddi tutarsızlıklar ve toplum-hukuk ilişkisi açısından sakıncaları söz konusudur. Başörtüsünü bir ayrımcılık unsuru olarak nitelemek demek aslında başörtüsü takmamayı da ayrımcılık unsuru olarak görmek anlamına gelir. Aynı şekilde başörtüsünü bir tür yönlendirme ve bir tür zorlama aracı olarak değerlendirmek başörtüsü takmamayı da yönlendirme ve zorlama aracı olarak değerlendirmeyi gerektirir. Ve demek ki devlet, hukuk halkın başörtüsü takan kesimi üzerinde başörtüsü takmama adına bir ayrımcılığı, baskıyı, zorlamayı meşru görmektedir. Bu tavır başlı başına ayrımcılık ve zorlama unsurunu bir hukuk terimi olmaktan çıkarıp siyasal tercih malzemesi haline dönüştürmektedir. Aslında 1989'daki Anayasa Mahkemesi kararı ve gerekçesi son derece sorunlu bir karardır. Başörtüsü ve onun tartışıldığı laiklik çerçevesi çok ciddi iç çelişkiler, zorlamalarla yüklüdür. Ön yargılardan arınmış bir hukuk mantığı zaten bu karara ilişkin kitap çapında eleştirileri yapagelmektedir.

Kaldı ki FP ile ilgili karşı oy yazıları da bu konuda tarih önünde gerçekten sağlam eleştiriler ortaya koymaktadır. Haşim Kılıç, Sacit Adalı ve Samia Akbulut tarfından yazılan karşı oy yazısındaki şu ifadeler altı çizilmeye değer görüşler ihtiva etmektedir.

"Anayasa Mahkemesi kararlarında öncelik laiklik 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması' olarak nitelenirken son zamanlarda bu tanım genişletilerek 'din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrılması' şekline dönüştürülmüştür. Endişe verici bu tanımı 'demokratik laiklik' biçiminde algılamak çağdaş anlayışın gereği olarak kabul edilemez. Dinlerin dünya ile ilgilerinin olmadığını söylemek mümkün değildir. Bireyin ve toplumların yaşamlarını ciddi biçimde etkileyen dinlerin dünya ile ilgisini kesmek ancak o dinin yok edilmesiyle olanaklıdır."

"Toplumsal bir problemi siyasal, hukuksal ve sosyal boyutlarının ortaya koyarak eleştirmek, çözüm üretmek bir siyasi partinin en temel görevidir. Meclis kürsüsündün konuşularak 'sorumsuzluk' alanına girmeseydi bile herhangi bir inanç grubunun hak ve özgürlüğü önünde bulunan engellerin kaldırılması için bir siyasi partinin ya da üyesinin düşüncesini açıklaması, çözüm önermesi dinsel bir inancı istismar anlamında yorumlanamaz."

''Devletin milletiyle bölünmez bütünlüğü ve laiklik ilkesini Anayasa ve yasalarla teminat altına almak, devletin yapısal güvenliği açısından yeterli sayılamaz. Devletin görevi, düşünceleri ve inançları, 'devletleştirmek' değil, alacağı tedbirlerle güvenli ve özgür bir ortamda bireylerin ve siyasal örgütlerin terör ve şiddete bulaşmadan kendilerini ifade edebilmelerine olanak vermektir. Kendini korumanın esas teminatı budur. Siyasal partilerin fonksiyonlarını yerine getirirken tabi olduğu 'özgürlük alanı' ile 'yasak alanın' sınırlarının çağdaş anlayışlara uygun olarak belirlenmesi zorunludur. Partileri, devletin resmi kurumları olarak algılayan bir anlayış, yasak alanı çok geniş tutmak gereğine inanır. Böylece, parti sayısı çok olsa bile, farklılığın olmadığı, tek düşüncenin dayatıldığı, tek partili sistem yaratılmış olur.''

Bu ifadeler hukuk felsefesi açısından da önemli tespitleri Türkiye'nin gündemine taşımaktadır. Türkiye özellikle siyasal alana yansıyan hukuk düzenlemeleri ile geniş sosyal sancıları yaşayan bir ülkedir. Toplumun geniş kesimleri neredeyse kendi gerçekliği içinde siyasal temsile imkan bulamadığı düşüncesine itilmektedir. Karşı oy yazıları sonunda sistem tarafından "Tek Parti"ye irca edilmekle sonuçlanan "Çok Partili" uygulamanın bir anlamda iki yüzlülüğüne işaret etmektedirler. Türkiye eninde sonunda böyle bir demokratik açılımı gündemine alacaktır. O yüzden şu an sonucu belirleyen çoğunluk oyları sistemi toplumsal temsili kavrayamayacak bir çerçevede tutma direncinin ifadesidir. Gerekçeli karar, halkın çok büyük kesimi için tartışmalıdır. Halk gerçeğini ifadeden yoksundur. Ayrıca karşı oy yazıları laikliğin "Din-Devlet ayrımı" mı yoksa "Din-Dünya ayrımı" mı olduğu noktasında da çok hayati bir tartışmayı gündeme taşımaktadır. Bu alanda da sağlıklı uzlaşmalar gerçekleşmeden Türkiye'de laikliğin sağlıklı uygulamasından söz edilmesi mümkün değidir.

Anayasa Mahkemesinin başörtüsü ile ilgili kararı da ona atfen yapılan uygulamalar da onun parti kapatma gibi siyasal sonuçları da Türkiye'de demokrasi ve hukuk devleti tartışmalarının parçası halindedir. Ve Türkiye demokratikleştikçe bu karar ve uygulamalar savunulamayacak hale gelecektir.

TEŞEKKÜR: Annemin vefatı dolayısıyla taziyede bulunan tüm dostlarıma kalbi şükranlarımı ifade ediyor, herkese sağlık, afiyet temenni ediyorum.


7 Ocak 2002
Pazartesi
 
AHMET TAŞGETİREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED