|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Siyasi partiler, seçmenlere ümit verdikleri ölçüde, seçimlerde başarılı olurlar. İktidara geldikten sonra, vatandaşa verdikleri ümidi, güvene çevirdikleri ölçüde başarılarını devam ettirirler. Vatandaşlar, kendi hükümetlerine olan güvenlerini kaybederlerse, gene de, büsbütün ümitsizliğe kapılmazlar. Zira, mevcut iktidarın yapamadığını, yeni bir iktidarın gelerek, sorunlarını çözeceğini umarlar. İşte bu duygu, demokrasiye olan inancın en temel unsurudur... Yani milletin, her kötünün yerine bir iyinin ikame edilebileceği ümididir ki, bu sönmedikçe demokrasiler ayakta kalırlar. Demokrasilerde çare tükenmez sözü bu manaya gelir. Bu deyimin tersi alternatifsizliktir. Demokrasi tarihimizde bir çok parti liderinin yakalandığı bir hastalık vardır: Bu bir nevi kendisini beğenme illetidir. Eskilerin deyimiyle, bir nevi hüsnü-kuruntu'dur. Yani, alternatifsiz olduğuna inanma sendromudur. Sayın İsmet İnönü'nün iktidarından başlayarak bu güne kadar gelmiş iktidarlar ve bunların Başbakanlarının çoğu bu illete yakalanmışlardır. 1950 yılından önce, sayın İsmet İnönü'nün çevresini saranlar, onun alternatifi olmadığına hem inanmışlar ve de bu inancı millete kabul ettirmeye çalışmışlardır. 1946-48 yıllarında, başında rahmetli İsmet İnönü'nün bulunduğu CHP iktidarı, üniversite gençliği arasındaki itibar kaybını telafi etmek için güdümlü dernekler kurdurmaya çalışmışlar, ve şu tezi savunmuşlardır: "İsmet Paşa ihtiyarlamıştır. Kendi arzusuyla iktidarı başkalarına devretmek istemektedir... Ancak bu iktidarı devralacak alternatif bir kadro göremediği için iktidarı bırakamamaktadır." "Siz gençler bir araya gelin, dernek kurun... Bu yükü taşıyacağınızı Paşaya ispat edin... Biz size her türlü imkanı hazırlayacağız... Göreceksiniz ki, kısa bir süre sonra İsmet Paşa iktidarı, size bırakacaktır." Yukarıda söylediğim sözler, bir tahmin veya bir hayal mahsulü değildir. 1946 yılında kurduğumuz Türk Kültür Ocağı yönetiminde bulunduğum sırada, bana ve derneğimizi temsil eden iki arkadaşımıza bizzat İstanbul'daki MİT temsilcisi ve emniyet müdürü tarafından söylenmiştir. Belki sayın İnönü, alternatifi olmadığını düşünmemiştir. Ancak onun iktidarda kalmasından yararı olanlar, bu fikrin savunucusu olmuşlardır. 1950 seçimlerinden sonra Demokrat Parti tek başına iktidar olmuştur. Bu iktidarın başı rahmetli Adnan Menderes'tir. Ona izafe edilen bir söz vardır: "Ben kendime sabık Başbakan dedirtmem." Bu sözü söyleyip söylemediği tartışmalıdır. Ancak, bu sözlerin icraatıyla ve tavırlarıyla Menderes'e yakıştığına herkes inanmıştır. Bir süre sonra iktidara gelen Sayın Demirel, onun istifasını isteyenlere, "Biz iktidar olmaya mahkumuz" cevabını vermiştir. Rahmetli Turgut ÖZAL da aynı iddiada bulunmuştur: "Bizim alternatifimiz yoktur." Bugün iktidarda bulunan sayın Başbakan ve yardımcıları sık sık bu cümleyi tekrarlıyorlar: Bizim alternatifimiz yoktur... Bu doğru ise, demokrasimizde artık çare tükenmiştir... Yani milletin, bir gün bu beğenmediği iktidarın yerini, başka bir iktidarla değiştirme ümidi de sönmüş demektir. Kendi iktidarına güvenini kaybetmiş kütleler, bu kötü iktidarın yerine er veya geç iyi bir iktidarın geleceği ümidiyle yaşarlar. Bu inanç onların yoluna bir ışık tutmakta, sabırlarını taşırmamaktadır. Birçok yazarımız, ilim adamlarımız, sosyologlarımız bir konuyu tartışıyorlar: Türkiye bir Arjantin olabilir mi? Herkes bu suale kesinlikle hayır diye cevap veriyor. Fakat siz, milletin önündeki bu ümit ışığını görmezseniz; bu memleketi sizden başka kimsenin kurtaramayacağına inanırsanız ve bu inancınızı zorla millete kabul ettirmeye zorlarsanız, bu ümit ışığı da sönecektir. Bu ışık sönünce doğacak karanlıklar, sadece millete değil, kendisini buna inandıranlara da çok pahalıya mal olacaktır. Hattı zatında, benim alternatifim yok diyen iktidarlar, adeta intihara teşebbüs etmiş gibidirler. KAMYON ŞOFÖRÜNÜN... ...BİLGELİĞİ
Şoför de çok... ağa da çok...
Zengin bir iş adamının bir kamyonu vardı. Bununla bahçesine gübre çekiyor, bahçesinde ürettiği malları pazara sevk ediyor, akaryakıt taşıyor, velhasıl ona her türlü işi yaptırıyordu. Kamyonun çok ehliyetli, terbiyeli bir şoförü vardı. Kendisini sevdirdiği için ailenin içine de rahatça girip çıkıyordu. Adeta ailenin bir ferdi gibi olmuştu. Ara sıra patron da şoförü de, birbirine kızıyorlardı ve fakat kızgınlıklarına önem vermiyorlar, işlere devam ediyorlardı. Bir gün şoför patronunun bürosuna gitti. Çok önemsiz bir sebepten dolayı kızmıştı. –Eğer şunu yapmazsanız, yarın kamyonu kapınızın önüne kilitleyip bırakacağım. Bunu söylerken, belki de patronunun, aman yapma, işi bırakma diyeceğini bekliyordu. Patronu hiç de böyle davranmadı... –Pekala oğlum... Arabayı kilitle, anahtarı getir... Bir hafta sonra da gel, maaşını, kıdem tazminatını al, dedi... Şoför patronun yanından çıktı... Kendi kendine düşünüyordu... Hele ben bir işi bırakayım bakalım, sen kamyonunu çalıştırabilir misin? Bir hafta sonra, şoför, patronunun bürosuna gitti. Patron muhasebeciyi çağırdı. Biraz sonra muhasebeci, elinde bir deste para ve bir makbuzla içeri girdi. Hesabı çıkarmıştı, elindeki paraları saydı, şoförün önüne koydu ve imzalaması için makbuzu ona uzattı... Şoför elini paraların üzerine koydu ve biraz durakladı. Sonra patronuna döndü: –Ağam, şimdi ben zannediyorum ki, ben bu işi bırakırsam, sen şoför bulamazsın. Kamyonun kapının önünde yatar... Belki sen de zannediyorsun ki, beni işten çıkarırsan, ben iş bulamam aç kalırım... Sonra düşündüm ki, dünyada şoför de çok, patron da çok... Ne senin kamyonun yatar, ne de ben aç kalırım. Gel ikimiz de akıllılık yapalım. Ben işime devam edeyim, dedi ve paraları itti. Patron parayı aldı. Kamyonun anahtarlarını şoförün üzerine attı... Haydi işine devam et, dedi...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |