|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye'de yaşamak, hakikaten zor-zanaat. Yaşamanın bile zor-zanaat olduğu bir yer'de, düşünmek, hele de düşünce üretebilmek hiç de kolay bir zanaat olamaz tabii ki. Türkiye'de yaşamayı da, düşünmeyi de, düşünce üretebilmeyi de zorlaştıran şey, yaşamaya zorlandığımız, mecbur bırakıldığımız hayatın, sanal bir hayat olmasıdır. Sanal bir hayat yaşıyoruz: Dünyadan da, kendimizden de kopuk; dünyayla da, kendimizle de barışık olmayan; dünyayı da, kendi dinamiklerimizi de anlayabilmemizi ve anlamlandırabilmemizi imkan dahilinden ve sahilinden çekip çıkaran, uzaklaştıran; bizi oraya buraya savuran, iflah olmaz bir anaforun ortasına bırakıveren hayalî, sanal, zoraki icat edilen, kurmaca bir hayat bizimkisi. Tatilde gibiyiz: Hayatımız da, kavramlarımız da, kurumlarımız da; dahası gözümüz de, kulağımız da, zihnimiz de; hepsinden de önemlisi, aşklarımız da, nefretlerimiz de ödünç. Ödünç bir hayat yaşıyoruz ama yaşadığımız hayatın her şeyinin ödünç olduğunu gizlemekte de son derece mahiriz. Ama ödünçle sonsuza dek yaşanılamayacağını biz de biliyoruz; o yüzden bir turist gibi, tepe tepe yaşamaya, kraldan çok kralcı kesilmeye öylesine çok bayılıyoruz ki, bir türlü bu baygınlık hâlinden ayılmak ve ayrılmak istemiyoruz. Ama bilmiyoruz ki, ödünç hayatlar; ödünç aşklar ve nefretler, bizi dünyaya da, kendimize de; dünyanın –katı- gerçeklerine de, bizim –acı- gerçeklerimize de yabancılaştırıyor; aklımızı ve zihnimizi, zikrimizi ve fikrimizi köreltiyor; kötürümleştiriyor. Ve sonunda bizi birbirimize düşürüyor. Hayalî ve ödünç hayatlar, hayalî ve ödünç aşklar ve nefretler, her şeyimizi sahteleştiriyor; yapaylaştırıyor; sathîleştiriyor; banalleştiriyor. Ve gerçek hayatla burun buruna geldiğimiz an, burnumuz fena halde yerlere sürtülüyor. Gerçeklerle yüzleştiğimiz zaman, Salah Birsel'in deyişiyle tastamam "şapalaklaşıyoruz"; şaşırıp kalıyoruz; bir telaş, bir panik, bir paranoyadır sarıyor her bir tarafımızı. Hayal ve gerçek... İki büyülü sözcük. Ama hayal de, gerçek de bizim için bir "anlam" ifade etmiyor: Çünkü neyin hayal, neyin gerçek olduğunu bilemiyor, hayalle gerçeği birbirinden ayırt edemiyoruz. O yüzden hayallerimiz gerçeklere dönüşmüyor hiçbir zaman; aksine hayaletlere dönüşüveriyor. Yine bu yüzden kimilerimiz için Batı bir hayalet oluyor; kimilerimiz içinse Müslümanlık. Batı'nın gerçeğini de, Müslümanlığın gerçeğini de biliyor (=sanal bir dünyada değil de, gerçek hayatta yaşama, hayata değme, gerçeklerle yüzleşebilme cesareti gösterebiliyor) olsak, Batı da, Müslümanlık da hayalet olmayacak bizim için. Ödünç ve de hayalî bir hayat yaşadığımız için hayallerle gerçekleri birbirine karıştırıyoruz. O yüzden ayaklarımız bir türlü yere değmiyor: Bizim dışımızdaki dünyaya da, bizim dünyamıza da dünya kadar uzağız; yabancıyız. O yüzden yabanıl, turistçesine yaşıyoruz "bu dünya"da; o yüzden tatildeyiz tarihte. Ama bilmiyoruz ki, tarih dediğimiz şey, yaşanmış deneyimler toplamıdır. Yani hafızadır. Tarih, biz istesek de istemesek de her zaman bizimledir. En azından sonuçları bakımından bizimledir. Hafızasız bir insan varolamayacağı gibi, hafızasız bir toplum da varolamaz. Hafızasız insanlar ve toplumlar nesneleri ve olayları tanıyamaz; dolayısıyla özgüvenlerini ve yönlerini yitirirler; tarihe asla yön veremezler. Hafızasız toplumların kaderi, tarihsizlik ve talihsizliktir; yani tarihte tatile çıkmak, zamanın dışına düşmek, başkaları tarafından oraya buraya sürüklenmek, itilip kakılmaktır. Artık "tarihte tatil"e son vermemiz; tarihe ve hayata ve tabii "ev"e dönmemiz gerekiyor: Evsiz olduğumuzu, ontolojik bir evsizlik hâli yaşadığımızı farketmek ve görmek zorundayız: Ontolojik evsizlik hâli yaşadığımız içindir ki, ontolojik güvensizliğin pençesinde kıvranıyor ve bir türlü kendimize gelemiyor; yönümüzü tarif ve tayin edemiyoruz. O yüzden tarifsiz kederler içindeyiz. O yüzden kriz üstüne kriz yaşıyor; krizleri nasıl önleyebileceğimizi ve aşabileceğimizi bilemiyoruz. O yüzden hayal göremiyor, gördüğümüz hayallerin hayaletlere dönüşmesini engelleyemiyoruz. Artık "evsizliğin" bizi ne kadar yıprattığını, bitap düşürdüğünü, ruhsuzlaştırdığını, huysuzlaştırdığını ve uyuzlaştırdığını görmemiz gerekiyor. Tarihsizlik, ontolojik evsizlik ve güvensizlik hâli, hepimizi birer Huysuz Virjin yapıyor: Kılıktan kılığa, renkten renge, şekilden şekle, kalıptan kalıba girip duruyoruz. Cinsiyetimizi de, şahsiyetimizi de, asaletimizi de, onurumuzu da, ruhumuzu da yitiriyoruz. Adam gibi bir kalıba giremiyor, hayatımıza adam gibi bir renk ve şekil ve ruh ve hayat veremiyoruz. Bir türlü yatağımızı, yolumuzu bulamıyoruz. Yatağını bulmuş, her bir tarafı sulayan, her bir şeye can ve hayat ve ruh ve dinamizm veren gürül gürül akan bir ırmak olamıyoruz. Suyumuz da kurumuş; tuzumuz da. O yüzden kimileri, tarihi, 28 Şubat'tan, 40 yıl öncesinden, 80 yıl öncesinden başlatabilme hoyratlığı ve korsanlığı yapabiliyor. Tarihin ve zamanın bu kadar daraltıldığı bir ülkede, insanların zihni ve ufku da, hareket ve hayat alanı da daraltılıyor demektir. Tarihin alanını daraltmak, yangından mal kaçırmayı, ülkeyi soyup soğana çevirmeyi kolaylaştırıyor. Tarihin alanını daraltmak, hafızayı sıfırlamak, dondurmak ve durdurmak demek. Oysa hafızayı sıfırlamak, dondurmak ve durdurmak; sorumsuzluğu, hesap vermeyi; hak, hukuk, hakkaniyet ve adalet duygusunu, yapıp-ettiklerimiz üstüne düşünmeyi, özeleştiri yetilerini, zihinsel melekeleri yok ediyor. İnsanları ahlaksızlaştırıyor, ruhsuzlaştırıyor, asalaklaştırıyor, vahşileştiriyor, yabanileştiriyor ve köleleştiriyor. Evet köleleştiriyor. İnsan işte o zaman tam anlamıyla huysuz bir virjine dönüyor; renkten renge, şekilden şekle, kalıptan kalıba giriyor; sadece kendisini, kendi bencil çıkarlarını, ilkel hazlarını ve sahte avuntularını düşünmeye ve dolayısıyla iktidara, iktidardakilere, iktidar aygıtlarına tapınmaya, kul köle olmaya başlıyor. İktidarın yansıma alanları demek olan para, bencillik, bir türlü tatmin edilemeyen cinsel hazlar fetişleştiriliyor ve putlaştırılıyor. Bu fetişleri ve putları kırmaya kalkışan insanlara karşı tüm putperestler topyekûn ve de barbarca saldırılar düzenlemekte, psikolojik savaşlar tertip etmekte ve "işi bitirmek"te son derece becerikli hareket ediyorlar. Ama iş orada bitmiş olmuyor; asıl iş, tam da orada/n başlıyor. Tarih, tarihi ve hafızayı bastıran kişilerden fena halde öç almaktan çekinmiyor: Bastırılan, fırlama bir şekilde geri dönüyor ve berbat şakalar yapıyor tarihsizlere; renkten renge, şekilden şekle, kalıptan kalıba giren renksiz, şekilsiz, kalıpsız, ruhsuz ve huysuz virjinlere. Ama unutmayalım ki, Huysuz Virjinliğin de bir sonu var! Çünkü hayat sürüyor ve tarih / hafıza / zaman, her an "ben varım ve buradayım" diye haykırıyor!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |