T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Siyaset kurbanı KOBİ'ler

Girişimci zümrelerin çocukları zaman içinde girişim ruhunu yitirirler. Hayatın tadını çıkarmayı yeğlerler. Bir kısmı sanata yönelir, bir kısmı da düpedüz rantçı olup çıkar

Ülke erken seçim havasına girince, bütün siyasiler orta ve alt sınıfları "kafalama" taktiklerine baş vururlar. Siyaset adamı, bilimadamı veya asker gibi değildir. Mesela bir asker "evet" dedi mi, bu kesinlikle evet demektir; "hayır" dedi mi, bu da hayır demektir. Askerin sözlüğünde "belki" kelimesi yoktur. Siyasetçi evet diyorsa, bu "belki" demektir. Belki diyorsa, bu "hayır" demektir. Onun da sözlüğünde hayır kelimesi yoktur. Bilimadamına gelince, evet diyorsa bu belki demektir; hayır diyorsa, bu da belki demektir. Belki diyorsa, bu da belki demektir. Ve bütün bunlar, başlangıçtaki hipoteze bağlıdır!

Neyse, yeni dönemde özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeleri siyasetçilerin muğlak diline karşı uyarmak istiyorum. Devleti devlet olmaktan çıkaran bu çıkarcı topluluk, milleti temsil şöyle dursun, milli varlığın karşısındaki en büyük tehlikeye dönüşmüştür. Hakiki siyaset adamlarının bu bilinçle hareket etmeleri ve bu izansız güruhtan ayırt edilebilecek bir konuma yükselmeleri şarttır.

Devlet, insanlık tarihinin en kadim kurumlarından biridir. Yığınlar, devlet sayesinde 'millet' olurlar. Başka bir deyişle, devlet, milletin tarihsel seyir içindeki varoluş mümessilidir. Sosyoloji dilinde 'medeniyet' diye nitelediğimiz tarihsel oluşumlar, aslında uzun ömürlü devletlerin (imparatorlukların) kültürel boyutundan başka birşey değildir. Devlet olmadan, medeniyet de olmaz.

Ekonomik boyutuyla devlet, bir vergi toplama mekanizmasıdır. Toplumun her yıl ürettiği servetten bir pay alır; bunun karşılığında, başta güvenlik olmak üzere birtakım hizmetler sunar. Üretilen servet ne kadar çoksa, devletin alacağı pay o kadar yüksek olur. Onun için, devletler sadece toplayacakları vergi miktarına değil, toplumun servet edinme tarzına da duyarlı olurlar.

Girişimci babanın oğlu ya sanatçı olur ya da rantçı

Devletler, ekonomik anlamda dinamik toplum unsurlarına dayanmak zorundadırlar. Toplum içinde hiçbir öbek dinamizmini sonsuza dek sürdüremeyeceğinden, devletler (eğer uzun ömürlü olmak, tarihte bir iz bırakmak istiyorlarsa) dinamizmini yitiren zümrelere elveda demek zorundadırlar. Kendini toplumun genel dinamizmine değil, belirli zümrelerin çıkarlarına ayarlayan bir devlet, olayların tozu dumanı içinde kaybolup gider.

Aşağı yukarı doğa yasaları kadar kesin bir toplum yasası şudur: Girişimci zümrelerin çocukları ve torunları, birkaç istisna ile, zaman içinde girişim ruhunu yitirirler. Dedelerinin ve babalarının elde ettiği serveti kendi gelecekleri için yeterli teminat sayar, daha fazla çalışmaktansa, az çalışıp hayatın tadını çıkarmayı yeğlerler. Bir kısmı sanata yönelir, bir kısmı düpedüz rantçı olup çıkar. Miras kalan servetlerini faiz ve kira gelirleri elde edecek biçimde değerlendirirler. Thomas Mann'ın Buddenbrooklar'da, Orhan Pamuk'un Cevdet Bey ve Oğulları'nda vurguladığı gerçek budur.

İKİ KOBİ DÜŞMANI:
Devlet ve büyük sermaye

Türkiye'de devlet ve büyük sermaye, KOBİ'leri engellemekle aslında kendi kuyularını kazmaktadırlar. Faizci bir azınlığa dönüşen kısır bir zümreyi kollamak amacıyla, toplumun en dinamik unsurlarının tüm kazancına adeta el konulmakta ve bu parazit zümreye aktarılmaktadır.

Bu gelişmenin kaçınılmaz surette yol açtığı Şubat krizinin ilk günlerinde bir televizyon programında Sayın Üzeyir Garih çok öğretici bir benzetme yapmıştı: "Devletler de şirketler gibidir. Şirketler nasıl zaman zaman nakit krizine girerlerse, devletler de böyle anlar yaşarlar. Ben zarar ettiği için batan şirket görmedim. Bugün zarar eder, yarın kâr eder. Batan şirketler, ellerinde külliyetli miktarda mal ve emlak olduğu halde, nakit sıkışıklığını atlatamadıkları için batmışlardır." Ne var ki, Sayın Garih büyük bir holdingin ortağı ve yöneticisi sıfatıyla, diğer birçok işadamı gibi devlete toz kondurmuyor ve devletlerin batmasının mümkün olmadığını söyleyip sözlerini noktalıyordu. Oysa daha geniş bir tarihi perspektifle meseleye baktığımızda, devletlerin tam da bu yüzden battıklarını görürüz. Zaman devlete şirin gözükmek veya yağ çekmek zamanı değil, ömrünün uzun olmasını arzu ediyorsak, kulağına gerçeği haykırma zamanıdır.

Cemil Meriç, "Tarih aşıkane fısıltıları değil, naraları duyar" diyordu. Türkiye, 1980'lerdeki kısır, teknoloji üretmeyen bir sanayi kapitalizminden, 1990'larda asalak bir finans kapitalizmine geçti. Bu geçiş tamamen devletin patronajı altında gerçekleşti. Teknoloji üretmedikleri, boyuna lisansla üretim yaptıkları için küresel pazara açılamayan büyük sanayi şirketleri, ayakta kalabilmek için bir cankurtaran simidine muhtaçtılar. Çünkü iç ekonomide enflasyon yüzünden reel gelirler aşınıyor, dolayısıyla halkın satınalma gücü düşüyordu. Dışarıya mal satamayan, içeride de talep düşüklüğü yaşayan şirketlerin imdadına İç Borçlanma Mekanizması yetişti. Devlet, dünyada eşi görülmemiş yükseklikteki reel (enflasyon üstü) faizlerle borçlanmaya başladı. Bankalar işi gücü bırakıp devleti fonlamaya başladılar (tam anlamıyla Birebir Bankacılık!) Sanayi şirketlerinin kazançları içinde faiz gelirlerinin payı neredeyse sıfırdan yüzde doksana çıktı.

Devletin vergi gelirleri sadece faizleri karşılamaya yetmez oldu.. Bu gelişmeleri soyut, kendi kendini ayarlayan piyasa ilişkileri çerçevesinde değerlendirmemiz asla mümkün değildir. Bu adı konulmamış bir kurtarma operasyonudur. Devlet, kendi ömrünü kemiren kısır bir sermaye sınıfını ideolojik gerekçelerle kurtarmaya çalışmaktadır.

Bütün sanayi ülkelerinde, burjuva veya kapitalist terimleriyle nitelenen işveren, kendi işçi ve yöneticilerinin kafa ve kol emeklerine dayanarak, küresel pazardaki benzerleriyle rekabet eder. Japon kapitalist Amerikan kapitalistle, Alman kapitalist İngiliz'le, vb. Rekabetin getirisini de çalışanları ve tedarikçi KOBİ'lerle bir ölçüde paylaşırlar. Oysa Türkiye'de kapitalistlerimiz, yabancı kapitalistlerle işbirliği içinde kendi insanımızı aşağı doğru bastırmakla meşguller. Birkaç istisna ile, sanayiciliğe değil, acente olmaya talipler. Diş macununu bile lisansla imal ediyorlar!

Devletler dinamik zümrelerin omuzları üzerinde yükselirler. Küçük şirketlerinin dinamizmine set çekenler, ancak yabancıların lutfuyla ayakta kalabilirler. Ve zaman içinde, onlar için 'yabancı' kavramı anlamını yitirir. Türkiye'nin gelecek çeyrek yüzyılı, halk ile siyasi/askeri/ekonomik elit arasında, yabancılığın felsefesine ve ekonomi politiğine dair tartışma ve çatışmayla geçecektir. KOBİler bu kavganın halk safındaki öncü kuvvetidirler.


21 Temmuz 2002
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED