T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Metin Toker beni ihbar etmişti...

Önceleri yazamam sanmıştım. Ölmüş gitmiş bir adam... Arkasından ne söylenebilir ki? Hasta yatağında, ölümle pençeleşirken ufaktan bir dokundurmuştum, o kadar...

Vefatı üzerine, sıcağı sıcağına yazmak da içimden gelmedi.

Belki yakınlarını üzmek istemediğim için.

Belki "ölüm" denen nihai sonla "kişisel hesap defteri"nin kapandığını düşündüğüm için.

Bir de üstelik, durup dururken buruldum.

Hiçbir noktada kesişmediğimiz, hiçbir ortak değeri üleşmediğimiz halde...

Ölüm bu... Buruyor insan.

Dönüp dolaşıp gideceğimiz yeri hatırlattığı; kitapların, sanatın, politikanın, güdük Ankara çekişmelerinin bizi kurtarmaya yetmeyeceğini gözümüze gözümüze soktuğu için belki de...

Bilmiyorum.

Metin Toker vefat etti işte...

İlk birkaç gün, "usta gazeteciydi, çınardı, duayendi, en yaşlı muhabirdi, uçardı kaçardı" türünden "ölüm arkası" güzellemeler okuduk.

Gözyaşları döküldü. Methiyeler düzüldü.

Sonra, daha serinkanlı değerlendirmeler geldi: Metin Toker öldü, tamam da, acaba yaşıyor muydu, gibilerden...

"Değerli ağabeyimiz, ustamız, ne yazık ki İsmet İnönü'yle birlikte, onun öldüğü gün ölmüştü" diyordu Engin Ardıç, "Yani 1973 yılının son günlerinden beri, yirmi dokuz senedir 'uzatmaları oynuyordu', elbette her gün yazıyordu ama, boş durmamak için... Çünkü, hani nasıl bir gazeteye ya da televizyona 'birinin adamı olarak gelirsen o gittiği zaman onunla birlikte gidersin', Metin Toker'in de 'İsmet Paşa'nın damadı' kimliği, gazeteci kimliğinin çok ötesine geçmiş, onu ezmiş, esir almıştı. Hep bir 'Ankara gazetecisi' olarak kaldı. Basında çalışan birçok arkadaş gibi, gündelik politikanın ötesine bakamadı, geçemedi. Okunmuyordu da artık. Bir başka sevgili fosil, 'Türkiye Komünist Partisi üyelerinin en çok sevdiği köşe yazarı' Hasan Pulur bile okunuyordu ama, Metin Toker hayır..."

Evet, okunmuyordu.

Ne yalan söyliyeyim, ben de okumuyordum. Fazla anakronik kaçıyordu yazdıkları. Kafası karışıktı. Üstelik, Türkçesi de bozuktu.

Bir yazısında da beni eleştirmişti.

Pardon, DGM savcısına ihbar etmişti.

Metin Toker okumadığım, okumayı "vakit kaybı" saydığım için, bunu ancak iki yıl sonra, tesadüfen öğreniyorum.

Mesele şu:

Yeni Şafak'a başladığım günlerde, Yılmaz Güney'le ilgili bir yazı yazmıştım. "Değerli ağabeyimiz, ustamız" yazıyı görmüş, sonra tutup "rejimi yıkmak temelinde dincilerle komünistlerin işbirliğine kanıt" göstererek bir güzel ihbar yazısı döşenmiş.

Fatoş Güney, Milliyet muhabirine (sanırım Ahmet Tulgar'a) "Gericiler de sahip çıkardı Yılmaz Güney'e" demiş ya...

Bütün mesele bu.

İran'da da böyleymiş ama orada olanlar burada olmazmış, çünkü burada rejime sahip "memleketin sağlam kuvvetleri" varmış, orada yokmuş...

Ancak, topluma çeki düzen vermekle mükellef olanlar (bunlar DGM savcıları oluyor) artık daha fazla oyalamak hakkına sahip bulunmadıklarını anlamalıymışlar...

Böyle bir yazı.

Üzüldüm tabii. Çok üzüldüm.

Sert bir cevap verebilirdim, "değerli ağabeyimiz, ustamız"ın 27 Mayıs ve Akis refleksleriyle mi böyle bir yazıya kalkıştığını sorabilirdim.

Sormadım. Sormuyorum da.

İnanamayacaksınız ama, hakkımı da helal ediyorum...


25 Temmuz 2002
Perşembe
 
MEHMET E. YAVUZ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED