|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Seçime yaklaşıldığı bugünlerde, Siyasi Partiler Yasası ve Milletvekili Seçimi Kanunu değişmediği takdirde, aynı tabloyla karşı karşıya kalacağımız iddia ediliyor. Bu iddia, birkaç yönüyle sakat. 1) Her şeyden önce iktidar değişecek. Ayrıca AK Parti en büyük grup olarak Genel Kurul'da yer alacak. 2) Seçim Kanunu değil ama, Siyasi Partiler Yasası 1999'da, Anayasa ile uyum sağlanacak şekilde değiştirilmişti. (Bak: 4445 Sayılı, 12.8.1999 tarihli Siyasi Partiler Kanunu'nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun) 3) Seçim Kanunu değiştirilebilir, fakat bu noktada da partiler arasında mutabakat yok. Meselâ Tansu Çiller 2 turlu sistemi istiyor, buna özellikle sol partiler karşı çıkıyor. Mesut Yılmaz ve Saadet Partisi, seçim ittifakı serbest kalsın görüşünde; Çiller ise, hem barajın düşürülmesini, hem de ittifak yoluyla küçük partileri Meclis'e sokacağı için, barajın düşürülmesine benzer sonuçlar verecek olan ittifaka karşı. Çiller, seçmenin ön seçim yapabilmesi için, çarşaf listeyle seçimlere gidilmesini teklif ediyor; "Listedeki adaylardan herhangi birinin aldığı tercihli oy sayısı, siyasi partinin o seçim çevresinde aldığı tüm geçerli oyların % 20 oranını aştığı takdirde, o adayın ilk sıralara yükselmesi kabul edilsin" önerisinde bulunuyor. Ayrıca, 550 milletvekilinin 100 tanesinin, doğrudan genel merkezden tayin edilmesi ve farklı bir sistemle seçilmesini arzu edenler de var.
Mutabakat zor
Bu kadar değişik teklif arasında bir ittifak sağlamak kolay değil. Sadece partilerarası ittifak yasalaşabilir. Böylece, İtalya'da örneğini gördüğümüz, Başbakan'ın da önceden belli olduğu "Zeytindalı ittifakına" benzer oluşumların önü açılır. Ama bu noktada da, barajı aşacağını düşünen partiler, ittifaka karşı çıkacaktır.
Eğer parti içi demokrasiyi sağlayacak şekilde, Siyasi Partiler Yasası değiştirilsin düşüncesini savunanlar varsa, bu amaca ulaşmak için de vakit çok geç. Aslında parti içi demokrasi, birkaç madde değişikliği ile, elde edilebilecek bir sonuçtur. Siyasi partilere üye kayıtları, ilçe seçim kurulları denetimi altında yapılmalı, ilçe başkanı ve ilçe kurullarını, o ilçeye kayıtlı üyeler seçebilmeli, il başkanı ve il yönetim kurullarını da, doğrudan o ilde kayıtlı üyeler seçmeli. Bu şekilde seçilen il başkanları, il yönetim kurulları, ilçe başkanları ve ilçe yönetim kurulları ile milletvekilleri Büyük Kongre'yi oluşturmalı. Milletvekilleri ve belediye başkan adaylarının % 10'undan fazlasının merkez yoklaması ile belirlenemeyeceği kabul edilmeli. Ne yapılacağı bilindiği halde, parti içi demokrasiyi sağlayacak adımlar atılmamıştır. Bugün de atılması beklenmemeli. Esas itibariyle, demokratikleşme yönünde en önemli gelişme, özellikle 312'nci maddenin değişmesinden sonra, Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11'inci maddesini değiştirmek ve 312'nci maddeden mahkûm olanların milletvekili seçilemeyeceği hükmünü metinden çıkarmak olacaktır. Böylece Türkiye'nin en büyük partisinin liderinin etrafında yapılan spekülasyonlar sona erer. (İmedya internet sitesi de, milletvekillerine, "Demokrasi ayıbına son verin, Erdoğan'ın yasağını kaldırın. Yasağın kalktığını tespit edin" çağrısında bulunuyor)
"Seçim Kanunu değişsin, yoksa seçimlerden sonra da hiçbir şey değişmeyecek" diye tutturanlar, destek verdikleri kişi ve partilerin kazanamayacağını idrak edenler. Maalesef, az oy alanı, çok oy alanın önüne geçirip, iktidar yapacak bir seçim sistemi henüz icat edilmedi! "Nitelikli çoğunluk", "makûl çoğunluk" gibi sözler, esas itibariyle farklı meşruiyet arayışlarının siyaset diline yansımasıdır.
Derviş'e gözdağı
Yeni oluşumun (Yeni Türkiye) başarıya ulaşamayacağını gören Derviş ayak sürüyor. Toplum mühendisleri onu uyarıyor: "Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem'e verdiğin sözü unutursan, güvenilmez bir kişilik sergilemiş olursun" Peki, Derviş'in önüne konulan senaryo tuttu mu? Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem'in istifalarıyla hükûmet bir anda çökecek ve yeni hükûmeti kurma görevi, "troyka"nın önderliğinde gerçekleşecekti. İsmail Cem, Derviş'e "Ben parti başkanı olurum, sen başbakan, daha sonra ben cumhurbaşkanı olurum, sen gene başbakan kalırsın" diyordu. Derviş, Yeni Türkiye'nin barajı aşsa dahi, ancak % 10'larda seyredeceğini, sunulan başbakanlık koltuğunun bir hayalden ibaret olduğunu idrak etti. İsmail Cem parti başkanı olacaktı ama, kendisi, troykanın içinde yer aldığı takdirde, başbakanlık koltuğuna oturacak çoğunluğa ulaşamayacaktı. Şimdi Hüsamettin Özkan, tanıdığı gazetecilere "Tamam Derviş bizimle" havasını basıyor ve galiba da onlara, "Aman biraz gözünü korkutunuz, sözünü tutmazsa güvenilirliğini kaybedeceğini söyleyiniz" telkininde bulunuyor.
Cem'in tavrı
Bu arada, İsmail Cem'in kendisini ziyarete gelen Mesut Yılmaz'a "İdam, anadilde eğitim ve yayın konularına biz oy vermeyiz" dediğini hayretle öğrendik.(Hürriyet- 24.7.2002) Zaten Ulusal Program'da, anadilde eğitim ve yayın yer almadığı gibi, Anayasa'nın 42'nci maddesi değişmeden, "Türkçe'den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." Yumurta küfesi kapıya gelinceye kadar bekleyip, son anda harekete geçen Mesut Yılmaz, eski hükûmet üyesi Dışişleri Bakanı'ndan menfi cevap aldı. İsmail Cem, "Yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır" derken, ne kadar haklı! "Avrupa Birliği'ne Türkiye'yi sokmak için gereken çabayı göstermedik, bundan sonra da göstermeyeceğiz" mesajını veriyor.
Doğan ve Pamukbank
Bütün bu tartışmalar yaşanırken, acaba, Pamukbank veyahut Vakıfbank bir medya kuruluşuna satılabilir mi? Hürriyet'in Genel Yayın Müdürü Ertuğurul Özkök geçenlerde (17 Temmuz 2002 - Hürriyet) "Anayasa Mahkemesi gazete sahipliği ile ilgili maddelerin yürürlüğünü durdurmadı" diye yazdı. Bu makale yayınlandıktan kısa bir süre sonra, Doğan Grubu'nun Pamukbank'a talip olduğu açıklandı. Oysa, Anayasa Mahkemesi, hisse oranını düzenleyen ve kamu ihalesine girme yasağını kaldıran 29'uncu maddenin (d) ve (e) bentleri hakkında yürürlüğü durdurma kararı vermişti. Ertuğrul Özkök, bu yazıyı, ihale öncesi, "yasak yok" izlenimini yaratmak için mi kaleme almıştı? BDDK Başkanı Engin Akçakoca'yı bilgilendirmek üzere, kendisine bir yazı gönderdim. Bu yazıda, Cumhurbaşkanı Sezer'in 18.6.2001 tarihindeki veto gerekçesinden ve daha sonra Anayasa Mahkemesi'ne yürürlüğü durdurma talebiyle başvururken dayandığı diğer gerekçelerden söz ettim.
Cumhurbaşkanı şöyle diyordu: "Bu düzenlemeler özellikle büyük sermaye gruplarının televizyon ve radyoculuk alanında tekelleşmelerine olanak yaratacak içeriktedir... Tekelleşerek, sorumluluk bilincinden uzaklaşacak bir medya, her sorumsuz güç gibi toplum yaşamını, ulusal güvenliği tehlikeye sokabilir... Ülkemizde olduğu gibi henüz demokrasisi yeterince gelişmemiş, sağlam temellere oturmamış, özelleştirmesini tamamlayamamış ülkelerde, medyanın devlete karşı taahhüde girmemesi yaşamsal önem taşıyan bir ilkedir. Serbest piyasa ekonomisinin en büyük özelliği rekabet ortamının yaratılmasıdır. Bir çok radyo ve televizyon kuruluşuna sahip olan kişi ya da sermaye grubuna, kamu ihalesine girme hakkının tanınması, bu özellikle de bağdaşmamaktadır... Medya gücünü kötüye kullanma olasılığı, kamu yararı ve kamu düzeniyle doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla ihaleye girme yasağının kaldırılmış olması, kamu yararı açısından çok ciddi sakıncalar doğurabilecek gelişmedir." Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı'nın ileri sürdüğü tehlikeyi ciddiye alarak yürürlüğü durdurma kararı verdi. Bu tehlikeyi BDDK'nın da ciddiye alacağı ve hukuku zorlamayacağı kanaatini taşıyoruz.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |