|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
-"Fikrettim ki asıl matlûbum heman her nesnenin hakikatin bilmektir. Pes, bilmek ne idüğün bilmek ve hakikatini anlamak gerek. Anladım ki asıl bilmek oldur ki bildiğin sana bir tarîk ile açıla ki şek ve şüpheye mahal kalmaya, galat ve vehim ihtimali olmaya!" Bu satırlar hüccetimiz Gazalî'nin [öl. 1111] ünlü "el-Munkızu min'ed-Dalâl" adlı eserinin yazma halindeki bir tercümesinin 1678 tarihli bir nüshasının girişinde yer alıyor. "Bir tek isteğim var, o da hemen her nesnenin hakikatini bilmektir!" diyen ve bilme eylemini bir nesnenin arazlarını, sözde niteliklerini, yani zahirini bilmek değil, aksine "ne idüğünü", yani mahiyetini, yani özünü, yani kendisini bilmek olarak açıklayan ve daha da önemlisi bir nesneyi bilmeyi, "o nesnenin hakikatini anlamak" olarak ilan eden bu meçhul hakikat tâlibinin yaklaşık beş asır önce semalara çarpmış olan çağrısını bu toprakların çocukları neredeyse bir asırdır duymuyorlar. Duymuş, duyabilmiş olsalardı, bugün hakikatin kendisi yeryüzünün batısında aranır bir nesne olmaktan çıkar, yeryüzünün merkezinde, yani Türkiye'de, yani İstanbul'da "Ben hakikatim" diyebilen hakikat erlerinin dilinde —tıpkı bir zamanlar olduğu gibi— bütün âsumanı çınlatırdı. Aristoteles'ten bu yana dört illet/sebep sayılır: maddî illet (causa materialis), sûrî illet (causa formalis), fâil illet (causa efficiens), gaî illet (causa finalis). Aristoteles Sokrat-öncesi doğa filozoflarının sadece ilkini (maddî illeti), Platon'un ise ilk ikisini (maddî ve sûrî illeti) nazar-ı itibara aldıklarını, ilk defa kendisinin dört illeti düşünmenin önüne düşürdüğünü söyler. Onun seleflerine karşı ne denli hakşinas davrandığı meselesi bir bahs-i diğerdir. Bizi burada ilgilendiren husus, bilimin sadece ilk iki nedeni dikkate alması, buna mukabil son iki nedeni ise sadece din ve felsefenin kendisine konu edinmesidir. Yani bilim nesnenin hakikatini soru konusu yap(a)maz, o nesnenin sadece neden ve nasıl yapıldığını öğrenmek ister. "Kim yaptı? Niçin yaptı sorusu?" bilimin merak alanı içinde değildir. Bilimin merakı özele, parçaya yöneliktir, o bütünü talep etmez; kullandığı yöntemle bütünün görülemeyeceğini bilir çünkü. Fakat düşünme (metafizik) kendisine kimi ve niçini mesele edinir; zaten bu meselesi nedeniyle o, 'düşünme' adını alır. Düşünme bütüne yöneliktir, salt görünür sebepleri değil, sebeplerin sebebini merak eder, görülemeyeni görmeye çalışır, tek tek ağaçlarla değil, ormanladır onun işi. Ağaçları ormanın bütünü içinde görmeyi ister; ormanı görmedikçe ağaçları görmüş olmakla yetinmez, yetinemez. Adeta bir büyücü gibi, bir kâhin gibi hareket eder ve âlemi bir küre halinde önüne koyup o küreyi bir bütün halinde temaşa etmeye çalışır. Düşünmek, ağaca baktığında tohumu, tohuma baktığında ağacı görmektir, hiç değilse bu türden bir görüşe ulaşmayı talep etmektir. Bu âlemin ne idüğünü bilmek, hemen her nesnenin hakikatini bilmek ve dahî o nesnenin hakikatini anlamak arzu ve çabası, düşünme'yi benzerlerinden ayırır. Üçgene derinlik katar, onu prizma haline getirir. Daireye derinlik katar, onu küreye döndürür. Düşünme bu yüzden her nesnenin derinliğini, yani hakikatini görmek ve anlamaktan ibarettir. Her nesnenin bir bitimi varmış. Doğru! Fakat eksik! Kim için ve kimler nezdinde her nesnenin bir bitimi vardır?!? Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin bugünkü mümessilleri nezdinde prizma yok, üçgen var artık! Evet şimdi düşünme yoksunlarının gözünde artık küre yok, sadece daire var! Görmüyorlar ve görmediklerini reddediyorlar, anlamıyorlar ve anlamadıklarını inkâr ediyorlar. Okyanusa açılamıyorlar ve fakat önceleri sığ sularda, şimdiyse yeryüzünün batısındaki hocalarının inşa ettikleri havuzlarda yüzme dersleri alıp vermeyi marifet addediyorlar. Boğulmaktan korkuyorlar. Can simidi kullanmadan serin suların derinliklerine dalmaya, seyredilecekse âlemi oralardan seyretmeye azmetmiş olan seleflerini hem de iğreti gözlerle güya küçümsüyorlar. Bir benzerini yapamadıkları için değil, nasıl yapılabilmiş olduğunu anlayamadıkları, kavrayamadıkları, yapanları yakından izlemeyi beceremedikleri için küçümsüyorlar. Siz hiç, "Asıl matlûbum heman her nesnenin hakikatin bilmektir!" diyen bir uzman-ilahiyâtçı gördünüz mü? Evet siz, bilmeyi "bir nesnenin ne idüğün bilmek ve hakikatini anlamak" şeklinde tanımlayan, yani bilmediğini ve anlamadığını itiraf eden, bu itirafı küçülmek değil, bilakis büyümek olarak algılayan etrafı kalabalık bir bilimadamına rastladınız mı?!? Çağdaş eğitim daha en baştan onların bütün muhtemel sorularını cevaplıyor "Bu budur, şu şudur!" diye. Onların zaten zor çıkan nefeslerini öyle bir kesiyor ki "Niçin bu budur?!? Neden şu şudur?!?" diye soramıyorlar bile. Düşünme'nin bütün sorularının "çocuk soruları" olduğunu ve çocukça sorular sormadıkça hakikat denen dilberin kendilerine o nazlı yüzünü aslâ göstermeyeceğini akıllarına bile getiremiyorlar. Yetişkinlerin o kasvetli tafralarla sordukları köşeli soruların ve bu sorulara verilen köşeli cevapların sathîliği onların gözlerini kamaştırırken, düşünmenin o çocukça soruların içinde saklandığını hiç ama hiç görmüyorlar. Çünkü 'şek' etmek ile 'hayret' etmek arasındaki farkı bilmiyorlar. Hayret makamının çocuklara mahsus o saflığını kibirlerine yediremedikleri için modern dünyaya çocukça sorular sormak yerine sivilcelerini saklayıp zekâ gösterilerinde bulunmayı yetişkinlik sayıyorlar. Oysa "bilmek, ne idüğün bilmek ve hakikatini anlamak gerek."
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |