AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Said Nursî: mecrâ mı, mâ-cerâ mı?

İslâm, İslâm Düşüncesi ve Çağdaş İslâm Düşüncesi ayrımından hareketle üçüncü sıradaki mecmuanın bütününe yönelik eleştiri, bizzat bu eleştirinin hedefi olsa da kendisine işaret edilen bütünün içerisinde yer alan hiçbir istisna yok muydu? Var idiyse, bu istisnalara yer verilmemesi bir eksiklik değil midir?!?

Sözün, hele hele köşe yazılarında dile gelen bir sözün, dile geldiği an zaten eksik olduğu, eksik olarak dile geldiği kabul edilmedikçe eksikliğin içeriğini ya da eksikliğin içeriğinden konuşmanın hiçbir anlamı yoktur! Dile gelen daha dile gelirken eksilir ve eksilmedikçe aslâ dile gelemez. Dile getirmek, her halukârda eksikliği kabullenmek demektir. Çünkü kemâl susmadadır, suskunluktur kemâl! Konuşulmak ve/veya yazılmakla kemâl kemâlinden vazgeçer, söylenen hep bir yönüyle söylenendir. Düşünelim bakalım, her yönüyle (eksiksiz) söylenmiş ne var bu âlemde?!?

Söz ağızdan çıkarken değil sadece, düşünceden dile akarken dahî eksilir, her aşamada bir parçasını bırakır, her adımda o adımların taşıdığı yük azalır, öyle ki söz söz haline gelmeden eksilmiş, azalmış, parçalarının çoğunu dışarıya taşıma imkânını kaybetmiş bir biçimde 'söz' suretine bürünür. İstisnalar eleştirinin tüketebileceği bir sınıra aslâ gelemez. Sadece genel değerlendirmelerin değil, mevcudu kuşatmak maksadına matuf her teşebbüsün dahî istisnaları vardır. Kuşatılma imkânı olmayan bir kuşatma (ihata) teşebbüsü kesinlikle tasavvur edilemez! Dile getirme çabaları da birer kuşatmadır ve ne gariptir ki birçok sınır muhafızı, dışında kalmayı başardıklarını düşünüp alanını belirledikleri herhangibir daireyi tam da kuşattık zannederlerken, onların içinde bulundukları alanın sınırları çoktan başka muhafızlarca çizilmiştir bile. Küreyi önünüze koyup gördüklerinizi dile getirdiğiniz sırada, sizin içinde yer aldığınız küreyi başka gözler gözlerler de haberiniz olmaz. Gören her göz görülür, nazar eden herkese nazar edilir. Başka şekilde söylendikde, göz bir tek kendini göremez!

Eleştiri dile geldiği günden beri talebi dahilinde olmayan müsbet veya menfi birçok mektubun yazılmasına yol açmış görünüyor. Kısacası dile gelen dile gelmekten kurtulamıyor. Çünkü dile gelince, dile gelen de dile geliyor. Burası açık!

O halde şimdi Said Nursî hazretlerinin bu yazılar boyunca niçin yeterince zikredilmemiş olduğu sorusunun geri kalan kısmını da açıklığa kavuşturmayı deneyelim:

Buradaki en ciddi açmaz, Said Nursî'nin üzerindeki yorum tekelinin bu âlimin düşünme çabasını "tanımlanmış, kuşatılmış, tüketilmiş" bir surete büründürmek zannında olmasıdır. Çünkü bu kabul, düşünmenin bizzat Said Nursî hazretlerinin düşüncelerinden hareketle sürmesini, soru sormasını, soruları yenilemesini engelliyor ve sadece yinelenmesine, yani kutsanmasına izin vermeyi marifet sayıyor. Hal böyle olunca Said Nursî'nin düşünceleri, düşünmenin değil, aksine yapay teknik araştırmaların, incelemelerin konusu oluyor. Tamamlanmış, bitmiş bir düşünceyi incelemek veya araştırmak o düşüncenin geliştirilmesine imkân bırakmayıp onu eskitiyor, 'geçmiş' kılıyor, 'geçmişte kalmış' varsayıyor. Takipçilerinde varolan canlılığını ise sadece samimi hissiyât ve hassasiyetlerin eşliğinde koruyor ve hususiyât ile donanmış bir düşünmenin bu yüzden bu vâdiye yaklaşması tedirginlikle karşılanıyor.

Merhumun öne çıkarılan yönleri, bu yönlerin mevcudiyetini mümkün kılan müktesebâtının öne çıkmasını niçin engelliyor dersiniz?!? Meselâ "Kızıl İcaz alâ Süllem'il-Mantık" ile "Talikâtu alâ Burhan'il-Gelenbevî" adlı haşiyelerin veya "Şerh-i Mevakıf" ile "Şerh-i Mekasıd" gibi eserlere yapılan göndermelerin mevcudiyetinden elde edilmesi gereken derinlik, niçin bu düşüncenin takipçilerinin yaydıkları ışığın mecrâsı, yani o ışığı daha koyu karanlıklara doğru tutacak ellerin kaynağı olamıyor?!? Niçin mâ-cerâ (suyun akışı), mecraı (suyun kaynağı) ile bi-hakkın temasa geçmekte isteksiz davranıyor?!?

Her düşünmenin kaderidir, bazen muhataplarını düşündürmek yerine etkilemeyi tercih eder. Burasını anlıyorum. Anlamadığım şu: Niçin Said Nursî'yi köklü bir düşünmenin ustası kılan engin hususiyetler, o düşünmenin sonuçlarını yineleyenler için elde edilmesi gereken faziletler mecraı, menbaı olarak görülemiyor da mesele sadece "imanı kurtarmak" dâvâsından ibaret addediliyor?!? "İmanı kurtarmak" dâvâsının muhatablarına taalluk eden tarafından söz etmiyorum; bilakis bu dâvânın iddiacılarında bulunması gereken ehliyetin seviyesine dikkat çekmeye çalışıyorum. Mantık, Belağat, Usûl ve Kelâm ilimleri ihyâ edilmedikçe, yani mecrâ'ya (suyun kaynağına) dönülmedikçe, mâ-cerâ'nın (suyun akışının) zayıflayabileceği, cılızlaşabileceği ve –Allah korusun!– en nihayet kuruyabileceği tehlikesiyle karşı karşıya kalınacağının muhakkak olduğu niçin görülemiyor?!?

Ben 'mecrâ' ile 'mâ-cera' arasındaki açıyı, yani düşünme'nin, yani soru'nun unutulmasını önemsemeseydim, başkaları gibi yapar, mecrâ'nın değil, mâ-cerâ'nın yanında yer alırdım. Fakat ömrüm boyunca hep mecrâ'yı mâ-cerâ'ya tercih ettim. Bunu, düşünmenin bütün taliplerine tavsiye ederim. Çünkü mecrâ'daki mâ-cerâ, mâ-cerâ'daki mecrâ'dan çok daha özü gürleştiriyor.

Özü gürleştirmeyen düşünme ise aslâ 'düşünme' adını alamaz!


7 Aralık 2003
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED