AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K Ü L T Ü R
'Yeni polisiye'nin
gölgeli romanı

"Bir Gölgenin İntikamı" adını taşıyan son polisiye romanıyla önemli bir çıkış yakalayan gazeteci-yazar Ferhat Ünlü, adım adım kendi okur kitlesini oluştururken aynı zamanda polisiye türünü yenilemeyi amaçlayan özgün bir dil ve kurgunun da peşinde koşuyor.


  • Gündelik hayatımızda sevdiğimiz birini methetmeye başlarken sıklıkla kullandığımız bir açış cümlesi vardır. Hani şu tarafsızlığımızı vurgulamak adına içtenlikle sarfettiğimiz, "Öğrencim/oğlum/kızım/eşim/arkadaşım diye söylemiyorum ammaaa" diye başlayan beylik kalıp...

    Ferhat Ünlü'yü ve onun son polisiye romanını konu alan bir haber için ben de ister istemez bu sevimli açış cümlesine sığınmak durumundayım. Yani, inanın ki Yeni Şafak Haber Merkezi'ndeki masa komşum diye söylemiyorum, Ünlü, bu "polisiye işi"ni gerçekten iyi biliyor ve romanı da bayağı sağlam!

    Evet, geride bıraktığımız son yedi-sekiz yılda önce polis ve istihbarat alanında haberleriyle gazetecilikte şık çıkışlar gerçekleştirip üç önemli inceleme-araştırma kitabına imza atan, ardından da bu alanın "fiction" (kurmaca) yönüne doğru emin adımlarla kayan değerli dostum, "Buzdan Gözyaşı" adlı ilk polisiyesinden sonra şimdi de "Everest Yayınları"ndan çıkan ve ilkine göre bir kaç gömlek önde duran yepyeni bir roman ile huzurlarımızda...

    Kitap yazdığına tanık olduğum en son meslektaşımın çalıştığı büyük bir medya grubu, onunla yapılan röportajı grubun televizyonlarında (benim sayabildiğim kadarıyla) yirmi kez falan yayınlamıştı. Aynı grubun dergi ve gazetelerindeki tanıtım haberlerinin sayısını ise yakalayamadım bile. Yani, ortaya iyi bir ürün koymuş olan dostun hakkını vermek hiç de abes bir şey değil!

    Ferhat Ünlü, şiddete bu denli eğilimli bir toplumsal dokuya karşın neden güdük kaldığını bir türlü anlayamadığım Türk polisiye romancılığı içinde, müthiş hayâl gücü, güçlü dili ve kriminoloji bilimine şaşırtıcı hakimiyetiyle sağlam bir yer edineceğe benziyor. Yazarın, "Bir Gölgenin İntikamı" adını taşıyan romanı, bu yargının da en anlamlı kanıtı...

    Ünlü'yle, romanı üzerine dostça bir mülâkat yapmak üzere, son yılların geleneğine uyarak Beyoğlu'na çıktık, Türkiye'nin en büyük kitapçılarından Mephisto'ya gittik ve kitabevinin ikinci katındaki kafede bol köpüklü Türk kahvelerimiz eşliğinde "Bir Gölgenin İntikamı"nı konuştuk. (Bir ara "Cem Yılmaz" kimliğine bürüneyim ve mülâkata "Ferhat bey, niçin polisiye?" gibi insanı yaran bir soruyla başlayayım dedim, ama sonra beni romanlarındakine benzer karmaşık bir teknikle öldürebileceği korkusuyla bundan hemen vazgeçtim!)

    Yaşayan karakterler, hüzünle bezeli öykü

    Roman üzerine sorularım ve yazarın cevaplarına geçmeden önce, "Bir Gölgenin İntikamı"nın sert ama aynı zamanda hüzünlü öyküsü üzerine birkaç kelâm etmekte fayda var. Kitap, okuyucuyu epey etkileyecek bir cinayet sahnesinin tasviriyle başlıyor. Ünlü, "Bir maktûlün gözlerinin ardında katilini saklayıp saklamadığı" sorgusundan hareketle sarsıcı bir giriş yapmış romana.

    Yazar, romanda -zaman zaman temposunu iyice arttıran- polisiye soruşturmasını ustalıkla sürdürürken, karakterlerinin geçmişlerine dönük ilginç bir psikolojik örgü de kurmuş. Roman bu yönüyle 'ruhbilimsel bir suspense' aslında. Nihayet, klasik polisiyelerden farklı olarak romanın bitiminden epey önce katil açıklanıyor. Ancak eser belki de bu aşamadan sonra yeniden ve çok daha güçlü bir biçimde başlıyor. Çünkü bu bölümler katilin, iki kişiyi neden öldürdüğü sorusunun yanıtını geriye dönüşlerle ve derin tahlillerle veriyor. Bu son kısma özellikle dikkat etmenizi öneriyorum. Çünkü bu bölümleri dikkatle okuyunca yazarın, başlardan itibaren okuruna katilin kimliğiyle ilgili önemli ipuçları verdiğini, hatta katili bilerek göstermek istediğini anlıyorsunuz.

    Ünlü'nün eseri aynı zamanda bir 'gölge romanı' da diyebiliriz. Suç, masumiyet, mutluluk, mutsuzluk, ölüm ve hayat gibi temel meseleleri sorgulayan bir roman. Hele kitabın sonunda bir mutluluk-gölge ilişkisi kurulmuş ki bu gerçekten dokunaklı...

    Romanın kuruluşundaki yöntem de dikkat çekici. Ünlü, eserinde kurmaca polisiye geleneğinin matematik dokusunu, gerçek suç olaylarının karmaşık yapısıyla çatıştırmış. Böylelikle romanlardaki suç çözümüyle gerçek yaşamdaki suç dinamiklerinin nasıl çeliştiğini gözler önüne sermiş.

    Kısacası, Ferhat Ünlü polisiye romanın hakkını vermekle kalmamış, yeni, modern-sonrası bir tarzın da ilk adımını atmış. Romanı okuyan gazeteci-yazarların yorumları da bu fakirin tesbitlerini doğrular nitelikte...

    Yazarların ilk değerlendirmeleri

    "Bir Gölgenin İntikamı"nın baskıdan önceki son nüshası bir dizi saygın kaleme sunulmuş ve kendilerinin de görüşleri alınmış. "Türkiye'deki iyi cinayet romanlarından biri" diyor Fehmi Koru. Hemen ardından da ekliyor: "Genç yazar Ferhat Ünlü'nün akıllıca kurgulanmış romanını okuduktan sonra beni yeni bir düşünce aldı. Fâili bulunamayan, gizemini hâlâ koruyan kimi cinayetler, gerçekte 'bizde hiç olmuyor' denilen türden hesaplı-kitaplı cinayetler olmasın sakın?"

    Ahmet Kekeç ise romanın teknik yapısındaki başarıyı öne çıkaran bir değerlendirme yapmış. "Kurgusu ve matematiği sağlam bir romanla karşı karşıyayız" diyor Kekeç, "Yazar zor bir işin üstesinden gelmiş. Hem kriminal bilginin polisiye için ne kadar önemli ve gerekli olduğunu kanıtlıyor, hem de 'Türkçede polisiye yazılamaz' yargısını boşa çıkarıyor. Bu türün Türkçe'deki en başarılı örneklerinden biri."

    Ünlü'nün yapıtını "İnsanların zaafları üzerine psikolojik bir dram" olarak nitelendiren yazar Esmahan Aykol da şu notu düşmüş kitaba ilişkin değerlendirmesine: "Yaşama ayrı noktalardan bakan karakterlerin geçmişlerine ve bugünlerine bir yolculuk sunuyor Ferhat Ünlü. Okuru bir an bile sıkmadan, ustaca anlatıyor öyküsünü."

    Ünlü'yle romanı üzerine

    - Yıllarca denildi ki Türkiye inandırıcı ve derinlikli polisiyeler yazmak için kısır bir ülke. Ya da en azından üretimin kısırlığı bizde bu kanaati uyandırdı. Sonra birden hem yurtdışında hem de yurtdışında mekânları da kahramanları da Türk olan bir sürü yerli ve yabancı yapıt ortaya çıktı. Sence bu ne anlama geliyor? Türkiye öteden beri çok zengin bir kaynaktı da biz mi uyanamadık, yoksa Türkiye post-modern düzene geçtikten sonra mı cinayet, polisiye ya da 'suspense' yazarları için verimli bir vahaya dönüştü?

    - Sanırım, polisiyenin ilk kez Batı'da ortaya çıkışıyla ilgili toplumsal nedenlerin dışında, Türkiye polisiyesinin ciddi anlamda oluşmamasında "yakındakini görememe" diye tanımladığım o kadim alışkanlığımızın izlerini de görmek gerekiyor. Türkiye tabii ki gerek siyasal konumu, gerek stratejik özellikleri, gerek suç kaynaklarıyla kaliteli polisiye üretebilecek potansiyele sahip. Suçu olumlu anlamda bir zenginlik olarak almıyorum burada, sakın yanlış anlaşılmasın. Ama suç bir toplumun yapısını gösterme açısından çok önemli bir parametredir. Diğer bir sebep ise Türkiye'de hayatın hemen her alanında olduğu gibi edebiyatta da o genel 'devşirme mantığı'nın izlerini görmemiz. Polisiye sonuçta herşeye karşın Batılı bir tür.

    - Neden 'Batılı' meselâ? Bir okur olarak bunu çok merak ediyorum. Polis teşkilâtı her yerde var, öyleyse polisiyenin de her yerde olması gerekmez mi?

    - Batı çıkışlı olmasının sebebi aslında çok belirgin. Sanayi Devrimi sonrası insanının ihtiyaçlarını karşılayacak bir türdür polisiye. Bireyin sanayileşme sonucunda toplumsal yaşamda uyum sorunları yaşamasıyla birlikte polisiye de ortaya çıkıyor ve hem kişinin kendi iç çatışmaları hem de toplumla çatışmalarının sözcüsü oluyor bir anlamda. Türkiye'de böyle bir süreç yaşanmadığı için biz de çıkış itibariyle Batılı bir türdür diyoruz.

    - Benim dışarıdan gözleyebildiğim kadarıyla, polisiyede iki ana gelenek var. Biri kahramanların suçun yanında ve karşısında olanlar şeklinde kesin çizgilerle ayrıldığı, iyi kahramanların sürekli asil davranışlar sergilediği, Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes'u ya da Agatha Christie'nin Hercule Poirot'su gibi idealize, pürüzsüz karakterler. Öte tarafta ise Raymond Chandler'ın Philip Marlowe'u ya da Mickey Spillane'in Mike Hammer'iyle karşılığını bulan, küfürbaz, savruk, yataktan sürekli geç kalkan, zaman zaman kendileri de ufak tefek suçlar işleyen kusurlu kahramanlar yer alıyor. Sen bu iki akımın hangi tarafındasın?

    - Bu önemli bir soru... Kaçış yazını olarak nitelendirilen tür varlığını sürdürürken 1920'lerde ABD'de yeni bir akım gelişmeye başlıyor. Dashiel Hammett ile Raymond Chandler da bu türün öncülüğünü yapıyorlar, daha sonra buna 'kara roman' adı veriliyor. Burada bir anlamda insanüstü, göksel detektifler artık yeryüzüne iniyor, gerçek kişiler haline geliyorlar. Ben suçun çok 'gerçek' bir şey olduğuna inanıyor ve bunun edebiyata yansımasının da 'gerçekçi' olması gerektiğini düşünüyorum. Ve belki de suç işlememek için suçun teorik olarak çok iyi bilinmesi gerekiyor. Gizem edebiyatı dediğimiz tür buna imkân sağlayacak bir yapıya sahip.

    - Yani kısaca, detektif Hercule Poirot'dan çok detektif Philip Marlowe'a yakınsın.

    - Bu doğru. Sonuçta sorun romanın klişelerinden yararlanacaksınız ama sorun roman yazarken de okuyucuyu tamamen devre dışı bırakmamak ve oyunu dürüstçe kurmak gerekiyor. Ve de 'gerçeklik'ten hiç kopmamak...

    - Kitaplarında, gerçek hayatta karşımızda olan pek çok imgeye sıklıkla göndermeler yapıyorsun. Son romanında da gözde rock grubun Pink Floyd'a hoş göndermeler göze çarpıyordu. Yıllar önce Forsyth'ın Odessa'sında da bu tür değinmeler yakalamıştım. Aspirin, Alfa Romeo, Lucky Strike sigarası hatta kahramanın kullandığı kaleme kadar marka verme düşüncesi dikkatimi çekmişti. Edebiyatta, bilinen mekânlar, insanlar ve markalardan sıklıkla bahsederek romanının gerçeklik dozunu yükseltmek gibi bir teknik sözkonusu. Sanırım sen de bu tekniği bilinçli bir biçimde kullananlardansın.

    - Evet bir taraftan gerçekliği pekiştirirken, diğer taraftan da karakterler bazı sınırları aşsın istiyorum. Pink Floyd dinleyen bir casus karakter gerçeküstü değil, ama sıradışı. Hayatla ilgili temel kaygıları olsun istiyorum karakterlerin. İlk roman 'Buzdan Gözyaşı'nda da Pink Floyd'a göndermeler vardı. 'Bir Gölgenin İntikamı'nda ise bilhassa suç edebiyatını kuran ve geliştiren yazarlara göndermeler var. Bu ise 'geleneği' önemsediğimizin bir kanıtı. "Yeni"yi "eski"den beslenerek kuruyor, böylelikle bir gönül borcunu da ödemiş oluyorsunuz. Edebiyat dönemini yansıtmalı elbette. Dönemini iyi yansıtan eserler daha sonra klasik oluyor. Marka, genel olarak tüketime işaret eder. Bendeki göndermeler tüketime işaret etmek için değil. Ama modern dönemin tüketim sorununu işlemek için markalara gönderme yapılması gerekiyorsa yapılır.

    - İnsan hayatına kasteden suçların inanılmaz boyutlara ulaştığı bir çağda, barış gönüllüleri de zaman zaman şiddet sinemasını ve suç edebiyatını kışkırtıcılıkla suçluyorlar. Önce cinayetler işlendi de polisiye yazarları bunlardan mı esinlendi, yoksa vahşice cinayet işleyenler mi polisiye yazarlarından etkileniyor?

    - Madde mi önce, ruh mu sorusu gibi oldu bu... Tabii, edebiyat toplumdan beslenir ama ondan hep bir adım öndedir. Sanatın güncelden kopuk, günceli aşan bir duruşu var güncelden beslenmekle birlikte. Edebiyattaki cinayetler daha özgün, daha ilerde olabilir. Ama benim bildiğim suç edebiyatından esinlenip de cinayet işlemeye dair tarihsel bir veri yok. İstisnası varsa da kaideyi bozmaz. Zaten kitaplar yaşamdan çıkarlar, eğer illa ki bir başlangıç noktası, bir günah keçisi aramak gerekiyorsa bu hayatın ta kendisidir, edebiyat değil! Polisiye edebiyat suça ilham kaynağı olmanın aksine, suçu önler. Akıl sağlığı yerinde hiç kimse suçla bezeli bir dünyada yaşamak istemez. Hele de polisiye yazarları asla! Bununla birlikte Batı'daki dönüşüm sürecini de küçümsememek gerekiyor. Batının daha farklı suçlara bulaştığı doğrudur, ama bizim belki de yirmi yıl sonra yapacağımız sorguları şimdiden yapıyor ve önlem almaya çalışıyorlar.

    - Bir tek misket bombasının bir defada birkaç yüz kişiyi paramparça ettiği ya da nükleer bir füzenin bir kenti haritadan sildiği bir dünyada yaşıyoruz. Japonya'da, Vietnam'da ve Irak'ta yaşananlar bunun birer kanıtı. Oysa Christie'nin döneminde bir top mermisinden daha güçlü silah yoktu yeryüzünde. Kana susamış bile olsanız bir defada ancak 20-30 kişiyi katledebilirdiniz. Böyle korkunç bir dünyada bir ya da birkaç cinayet ve onu çözmeye çalışan kişilerden oluşan bir kompozisyon ne kadar gizemli, ne kadar anlamlı?

    - Evet devletler daha büyük suç işliyor, savaşlar oluyor. Ama bireyin suçla bağı ve ilişkisi hiç sona ermeyecektir. Sanayi Devrimi'ne kadar insan doğayı, çevresini, nesnel olanı algılamaya yönelik bir eğilim içindeydi.Daha sonra birey, aynayı kendine yöneltti gibi. Bireyin sorunu çözümlenmedi, hattâ daha da arttı. İşte tam da bu yüzden birkaç cinayet etrafında belirli kişilerden oluşan olay örgülerinin daha iyi edebiyat meselesi olduğunu düşünüyorum. Zaten insanlar bir romanı ellerine aldıklarında karşılarında bir muhatap arıyorlar. Bu da haliyle birey olacaktır. Devlet gibi devasa bir yapıyı okura tarif edemezsiniz. Velev ki ettiniz, o takdirde bu tarifinizin okuyucu tarafından anlaşılması hayli güç olacaktır. Ama bir ya da birkaç kişiyi hakkıyla anlatabilirsiniz.

    - Biz Batılı olmak için bir yerlerini yırtan, ama özünde bal gibi Doğulu bir toplumuz. Bu toplum, Eski ve Yeni Ahit'i de Kuran'ı da hak mesaj kabul eden insanların toplumu. Bütün kutsal kitapların öncelikli emri 'Öldürmeyin'dir. Sen ise öldüren insanlar üzerine yazıyorsun. Şimdi gerçek hayatta cinayetler, kıyımlar, bir masumun yok edilmesi her zaman mutlu sonla bitmeyebiliyor, suçlu hiçbir zaman yakalanmayıp keyifli bir hayat yaşayıp ancak Tanrı'nın belirlediği bir günde ölebiliyor, kanunun belirlediği bir günde değil. Öte yandan romanlarda okurun suçlunun cezalandırılması yönünde bir sabırsızlığı vardır. Her iki romanında suç ve cezası nereye oturuyor?

    - Polisiye üzerine yazıp çizmiş insanların temel meselelerinden biri olmuş zaten bu sorun. Polisiye biraz da suçluyu cezalandırdığı için sevilir deniliyor. Şimdi polisiyenin açtığı pencerede iki temel şey görüyorsunuz: Birincisi suç her zaman var. Bu bir gerçek. İkinci yön ise polisiyenin 'gerçek' olan bu suçu kimi zaman gerçeküstü bir biçimde olsa da her zaman çözmesi ve ceza verebilmesi. Detektif suçluyu bulup çıkarıyor. Okuyucu bunu seviyor.

    - Romanına biraz odaklanalım. Romanı, özellikle polis davranışları açısından oldukça gerçekçi bulduğumu belirtmeliyim. Karakterlerinin tamamı kanlı-canlı, 'yaşayan insanlar'... Bu ikinci romanını ilkiyle kıyaslarsan, ne kadar yol katettiğini düşünüyorsun?

    - Bunu hem özeleştiriyle, hem de çevredeki insanların eleştirileriyle anlamaya çalışıyorum. Şimdiye kadar görülen o ki ikinci roman ilkine göre daha iyi oldu. Edebî bir metin üretiyorsanız, bir sonrakinin bir öncekinden kesinlikle daha iyi olması gerekiyor. En iyi eserini, en başta ortaya koyan birinin ruhundaki potansiyeli çabucak tüketeceğine inanıyorum. Hatta, belki de yazacağınız en iyi roman, ölümünüzden önceki son romanınız olmalı.

    - Kitapla ilgili olarak, okurların ilk yargıları nasıl? Doğrudan değerlendirmeler alma şansı bulabildin mi?

    - Genel olarak insanlar suçu bir sorun olarak belirlemiş ve bir gizem düşüncesi etrafında örülmekle birlikte, suçun psikolojik arka planına ışık tutmaya çalışan bir roman olarak görüyorlar "Bir Gölgenin İntikamı"nı. İçinde derin sorgular olmasına rağmen kolay okunabildiğinin belirtilmesi de benim açımdan bir başka önemli sonuç. Karakterleri seviyorlar, hatta kimileri "Filanca kahramanınızı kendime benzettim" diyor. En çok sevilen roman kişisi de "Savaş." Gerçi kitap henüz piyasada çok yeni, ancak böyle değerlendirmeler yapan bir dizi okurla karşılaştım. Bunlar iyi işaretler sanırım.

    - Peki senin romandaki favori kahramanın kim? Ya da üzerinde en iyi çalışma fırsatı bulduğun karakter hangisi?

    - Üzerinde en iyi çalışılmış derseniz "Savaş" derim. Öyküyü o anlatıyor. Ama ben "Timuçin"i daha çok seviyorum. Çünkü hayatla daha anlamlı ilişki kurmuş bir kişilik.

    - Peki Türkiye üzerine kahramanlar üretip yazan yabancılar hakkındaki görüşlerin ne yönde? Yani, "Bizim yeterince yazma kapasitemiz var, onların da yeterince zengin bir konu hazinesi. Batılılar ellerindeki insan malzemelerine baksınlar, biz kendi öykülerimizi kendimiz anlatırız" mı diyorsun, yoksa bunun yararlı bir çeşitlilik olduğunu mu düşünüyorsun?

    - Bence olmasında fayda var. Ne kadar çok çeşit varsa zenginlik de o kadar artar. Onların polisiye romanda Türkiye'yi kullanmalarını, iki yüzyıllık geçmişi olan bir geleneğin izlerinde görmek gerek. Bir süredir "dışarıya" olan merakları bayağı ivme kazandı. Biz henüz bu yolun başındayız, doğal olarak ilk aşamada kendi içimize dönük öyküler üretirken onlar ise şimdilerde başka kültürlere yöneliyorlar. Türkiye onlar için oldukça gizemli, insan ve mekân malzemesi açısından zengin bir coğrafya. Bundan beslenmek istiyor olmalarına hiç şaşırmamak gerek. Anadolu toprakları, sahip olduğu bu zenginliklerle uluslararası polisiye dünyasında hak ettiği yeri almalı kanımca...

    - Suç öyküleri şimdiye kadar en fazla New York'a taşındı. Arka plan olarak New York'u kullanmayı pek sevdi polisiye edebiyatı, şimdi İstanbul'u da kullanmayı istiyor gibi. Pekiyi, İstanbul bu kadar kirli bir kent mi sence?

    - Ben bunu kötü niyetli bir tavır olarak görmüyorum, kirlilikle de açıklamıyorum. İstanbul'un imajı dış dünyada bazen tüm bir Türkiye'nin imajından bile daha öne geçiyor. Bugün yeryüzünde Türkiye'nin coğrafi konumunu bilmeyen pek çok insanla karşılaşabilirsiniz. Ama İstanbul'un adını duymamış insan yok gibidir. Kanımca, polisiye edebiyatın ustaları da İstanbul'un bu büyüsünden ister istemez etkileniyor ve biricik kentimizin gizemli atmosferinden yararlanmaya çalışıyorlar. Sözgelimi İsviçreli yazar Paul Dürrenmatt'ın klasik eseri "Yargıç ve Cellatı"nda görürsünüz bu yararlanma çabasını. Öykü İstanbul'da başlar ve Avrupa'ya taşınır. Bu kitabın güzel bir de filmi yapılmıştı. Gizem dolu İstanbul görüntüleriyle bezeliydi film.

    - Günümüzde polisiye edebiyatında bir takım küçük "güç adacıkları" oluşmuş gibi. Sen ise şu veya bu adanın mensubu değilsin, tamamen bağımsız bir görünüm çiziyorsun. Şimdiye kadarki ürünlerini de bu adacıklara dahil olmadan ortaya koydun. İlk tepkilerden anlaşılıyor ki yazım tarzın -sırtını bir yerlere yaslamamana rağmen- okurların ilgisini çekti. Polisiye edebiyatta bir parsellenmişlik olduğu yönündeki saptamalara sen de katılıyor musun?

    - Bu, polisiye edebiyattan önce edebiyatın genel bir sorunu. Polisiye güç adacıkları oluşturmada daha geriden geliyor. Kitle kültürünün ve bu kitleyi güdülemenin tirajlara büyük etkisi var, bu çok açık. Bunu edebiyatçılar da tartışıyor. Medyanın sanata bakışındaki yüzeyselliği biliyoruz. Günübirlik rüzgarlarla şişip havalanan çok balon var. Yalnız edebiyatta değil, her alanda. Burada katıksız edebiyatçıların devreye girip, gerçek standartları koymaları gerekiyor. Toplumun beğeni düzeyindeki yükselişi ancak rafine sanat adamlarının kılavuzluğu sağlayabilir.

    Bir romanın içeriği görülmeksizin sunulması yazar açısından da sıkıntılar doğuruyor, "zamana karşı kalıcı olma" ilkesini cidden zorluyor bu durum. Entelektüel kesimin de medyanın bayraktarlığını yaptığı bu popüler kültür alanına pek girmek istemediğini görüyoruz. Elit bir tavır bu, kendi içinde de son derece haklı aslında. Fakat herkesin elini taşın altına sokması gerekiyor bu günübirliklik ve yozluk sorununun giderilmesi için. Polisiye edebiyatın gelişimiyle ilgili bütün yayınların yararlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türk polisiyesi daha yolun başında ve medyanın da kontrollü desteğini alarak palazlanmak zorunda. Ben bir grubun ya da kliğin adamı değilim. Temel bir meselem var, o da ulusal polisiye edebiyatının gelişimine katkıda bulunmak. O veya bu yazar farketmez, medyayı da bu bilince doğru yönlendirmekte yarar görüyorum.

    'Polisler polisiye roman okumuyor'

    - Türk Emniyet Teşkilatı'nı yakından tanıyorsun. Polisiye edebiyatı takip eden polislerimiz var mı?

    - Polislerin pek fazla okuma alışkanlığı yok açıkçası, haliyle polisiye de okumuyorlar. Gerçi mesleki temaslarımda benim kitapları okuyan birkaç polis şefine rastladım, ancak bu genel durumu değiştirmiyor. Halbuki bence gizli servisçiler fırsat buldukça kaliteli casusluk romanıları, polisler de polisiye okumalı. Bu elbette ki 'gerçek bir polisiye soruşturma kurmacalardaki gibi yürür' anlamına gelmiyor. Ama size bir ana fikir veriyor. Bir tür entelektüel egzersiz yapmış oluyorsunuz.

    - Peki 'Bir Gölgenin İntikamı'nın yazarının gerçek hayatta kanla ve şiddetle ilişkisi nasıl? Hiç yeni ölmüş birinin cesedine dokundun mu meselâ?

    - Hayır, hiç dokunmadım. Belki de yazdığım için dokunmuyorum. Böyle olması da gerekmiyor. Milan Kundera, karakterlerinin 'kendisinin ancak kenarlarında dolaşabildiği bir sınırı aştığını' söylüyor. Savaş ya da Timuçin de böyle benim için. O sınırı aşınca iyi roman kişisi haline geliyorlar belki de.

    'İdam cezasının yararına inanmıyorum'

    - Türk toplumu olarak, yasalarımızdaki 'kana kan' kuralını, yani idam cezasını AB standartlarına uyabilmek adına kaldırdık. İdamın ortadan kalkması bir gruba göre müthiş faydalı bir şey, -benim de aralarında bulunduğum- kimilerine göre ise vahşi suçların caydırıcılığını azaltan çok zararlı bir düzenleme. Bu konuda sen ne düşünüyorsun?

    - İdamın kaldırılması politik bir konu. Uzmanlık alanıma girmiyor. Ama genel anlamda suçun kökenlerinde de ceza verme düşüncesinin olduğuna inandığım için, suçu suçla bertaraf etme anlayışına karşıyım. Suç benim için bir kaynak, ceza vermek ya da devlet tarafından nasıl ceza verilmesini gerektiğini söylemek benim işim değil.

    - Bence sorudan kaçıyorsun. Soruyu sorarken ben kendi duruşumu açıkça belirledim. En azından sen de şuna cevap verebilirsin. İdamın kalkması suçu caydırma ilkesine zarar veren bir şey mi, değil mi?

    - Teorik olarak, ileri sürdüğün bu tez tartışılır. Ama Türkiye'de yargının da bağımsız olduğunu söylemek mümkün değil. Siyasetin kendisi yargı üzerinden politik çıkarlar sağlamaya çalışıyor, yargı da diğer taraftan politikayı kullanıyor. Sonuçta bu, yani idam cezası bir insan yargısı. Hele de politize olmuş insan yargısı giderek yanlış sonuçlar üretebilir gibi geliyor bana. Üstelik çok daha temel bir şey söyleyeyim. Kişi için müebbet hapis cezası, ölüm cezasından daha büyük bir ceza bence. Ölünce dünyayla ilişkiniz kesiliyor, ama ömür boyu hapis yatarken hayatın içinde ölümü yaşıyorsunuz belki de bir anlamda. Ölülerle konuşma imkânımız yok, ama bunu en azından müebbet mahkûmlara sormak gerekiyor.

  •  
    2003 Uğurlu'nun parmaklarının ucunda
    Doğa fotoğrafları Teşvikiye'de
    Genç kuşak fotoğraf sanatçılarından Tolga Ayaydın "Doğa ve Renkler" başlıklı son dönem çalışmalarını Teşvikiye'de bulunan Pamukbank Fotoğraf Galerisi'nde sergiliyor. Ayaydın bu sergide objektifini; dokusuyla, renk uyumuyla, nefes alışı ve titreşimleriyle bir sanat eserinden farksız diye nitelendirdiği doğaya yöneltiyor. New York Üniversitesi'nde fotoğraf üzerine yüksek lisans eğitimi alan Ayaydın'ın eserleri 16 Ocak'a dek sergilenecek.
    Bilgi tel: 0 212 292 13 13

    Eşref Ziya klasikler 2
    1990'lı yılların başından beri yaptığı müzik çalışmaları ile kendine özel bir kitle oluşturan Eşref Ziya, daha önce birincisini çıkardığı klasikler albümünün ikincisini piyasaya sürdü. Mustafa Cihat'ın prodüktörlüğünde Marmara Müzik'ten çıkan albümde, Ziya'nın 1990'lı yıllarda yaptığı çalışmalarda ortaya çıkan parçalara yer veriliyor. Sonsuzluğa Özlem, Ağla Gülüm, Şehadet Uykusu, Ağlama Karanfil ve Özgürlüğün Gölgesinde adlı parçaları küçük yeniliklerle stüdyada bir kez daha okuyan Eşref Ziya, son olarak geçen yıl Beyaz Bir Ölüm adlı çalışmaya imza atmıştı.
    Bilgi tel: 0216 4224067

    Okuntu'dan Zarif Veda Okuntu dergisi son sayını yayınladı. Zarif bir veda ile yayın hayatına son veren Okuntu'nun son sayısı Cahit Zarifoğlu Özel Sayısı olarak hazırlanmış. Cahit Zarifoğlu'nun yayınlanmamış şiir ve yazılarının da yer aldığı sayıya Alişan Demirci, Yavuz Altınışık, Mustafa Celep, Emrah Ayhan şiirleriyle katkıda bulanan isimler. Zarifoğlu'nun özellikle poetik yönünü ortaya koymayı amaçlayan dergide, Rasim Özdenören ve Cahit Zarifoğlu'nun eşi Berat Zarifoğlu ile yapılmış söyleşiler de yer alıyor. Okuntu Zarifoğlu albümü ile son buluyor.
    Bilgi tel: 0 212 237 76 68

    Felsefe-Bilim Araştırmaları
    Yılda iki kez yayımlanan Kutadgubilig felsefe-bilim araştırmaları dergisinin 4. sayısı yayınlandı. Türk düşünce hayatına özgün bir felsefe dergisi olarak katkıda bulunan Kutadgubilig, 4. sayısında da felsefe, doğa, tarih, toplum ve kültür araştırmaları alanlarında makaleler yayımlıyor. Erhard Oeser, Ernest Wlof-Gazo ve Prof. Ahmed Yüksel Özemre'nin makaleleri, bu sayının dikkati çeken bölümleri. Kutadgubilig'in 4. sayısının en önemli özelliklerinden birisi de Teoman Duralı'nın telif ettiği bir felsefe-bilim sözlüğü yayımlamaya başlaması.
    23 Aralık 2003
    Salı
     
    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk

    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED