AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

Y A Z A R L A R
Dilcilere, mantıkçılara ve usûlcülere göre...

Yıllar önce Büyük Haydar Efendi'nin "Usûl-i Fıkıh Dersleri"ni okurken sırasıyla "Belağiyyûna göre...", "Mantıkiyyûna göre..." ve "Usûliyyûna göre..." ifadeleriyle bir meseleyi üç farklı noktadan, üç farklı disiplin açısından ele alması karşısında oldukça şaşırmış, nasıl olup da bir âlimin bu üç yaklaşım tarzını da bu kadar doğal ve bir o kadar da vakıfâne bir surette kullanabiliyor olduğuna daha o genç yaşlarımda iken gıbta etmiştim.

Dilcilere, Mantıkçılara ve Usûlcülere göre... Söylemesi bile muhteşemdi.

"Düşünce mirasımı anlamak konusundaki çabalarımda samimi, ısrarlı ve kararlı isem" demiştim kendi kendime; "o halde herhangibir mesele hakkında öne sürülen bu üç açıklama tarzını da anlayabilecek durumda olmam gerekiyor!"

Bir düşünce geleneğinin metinlerini anlamak, herşeyden önce o metinlerin kendi üzerinde inşâ edildiği üst-dili anlamak demekti. VE bu üst-dil –en azından o yıllarda görebildiğim kadarıyla— Dilbilim, Mantık ve Usûl'den ibaretti. Evet, Dilbilim, Mantık ve Usûl üzerine kurulan bir üst-dil... Kendime örnek aldığım insanlar işte bu dille yazıyorlardı ve ben onların ne demeye çalıştıkları, neyi alıp veremedikleri bir yana, henüz ne dediklerini bile doğru dürüst anlamaktan âcizdim. Oysa yolun başındayken çok daha farklı düşünüyor, Arapça, Farsça ve Osmanlıca öğrendiğim takdirde bu anlama meselesinin hallolacağını, kendi düşünce mirasımın sorunlarını değil sadece anlamak, bilakis bu üç dil sayesinde açıklayabileceğimi de sanıyordum. Yanılmıştım. Benim için yabancı dil öğrenmek yeterli olmamış, başladığım noktaya geri dönmüştüm. Osmanlıca bilmek Ahmed Cevdet Paşa'yı, Büyük Haydar Efendi'yi veya Elmalılı Hamdi Yazır'ı anlamama yetmediği gibi, Arapça bilmek de sözgelimi İbn Sinâ'yı, Gazzalî'yi veya Fahreddin er-Râzî'yi anlamama kifayet etmiyordu. İhtiyacım olan şey, asıl Dilbilim, Mantık ve Usûl'den teşekkül etmiş üst-dili bilmek idi ve bu üst-dile vâkıf olmak hiç de kolaylıkla üstesinden gelinebilecek gibi görünmüyordu.

Sevda sahipleri için engellerin ne önemi var, yola devam etmeli, hedefime varamazsam da bari bir karınca gibi 'yolda' ölmeyi göze almalıydım.

Yıllar geçti. Ben kendi halimde mesafe katetmeye çalışırken mühim bir hususu ihmal ettiğimi farkettim: Dilbilim, Mantık ve Usûl'den müteşekkil bu üst-dil, aşağıdan yukarıya doğru değil, bilakis yukarıdan aşağıya doğru inşâ edilmişti. Yani bu üst-dilin Arapça, Farsça ve Osmanlıca'nın üzerinde yer aldığı doğruydu; lâkin benim yolun başındayken göremediğim, belki de gördüğüm halde önemsemediğim veya önemsediğim durumlarda da yönelebilecek tâkatı kendimde bulamadığım cihet, bu üst-dilin üzerinde yer alan yapının kendisiydi. Üç ayrı bölmeden oluşan bu yapının bölmelerini tek tek dolaşmak yetmiyordu, bölmelerden birine dahil olmak için, ister istemez diğer bölmelere de vâkıf olmak gerekiyordu. Üç bölmesi de ziyaret edilmedikçe yapının bütününe nüfuz etmek neredeyse imkânsızdı. Üstelik, bu yapıyı nazar-ı itibara almadan, tâlibi olduğum üst-dil de kendini kasıyor, çabalarım hep sonu gelmez daireler çizmekten ibaret kalıyordu. Kısacası "Dilcilere, Mantıkçılara, Usûlcülere göre..." demeyi lüzumsuz addeden kimselerdi karşıma çıkan bu yeni yüzler. Farklı terimler kullanmaya başlamışlardı; farklı göndermeler yapıyorlardı ve ben de tabiatıyla onların her gönderdiği yeri kolaylıkla ziyaret edemiyor, ziyaret etmeyi başarsam bile oradan bir daha geri dönmek hayli vaktimi alıyordu.

Artık söylenen şuydu: "Hukema'ya göre...", "Mütekellimîn'e göre...", "Mutasavvıfa'ya göre..." Birbirlerine karşıt olan ve fakat farklı tanımlara dayalı ortak bir dil kullanan üç büyük bölme! Evet, birinin ne dediğini anlamadıkça, diğerinin ne dediğini anlamanın neredeyse imkânsız olduğu üç büyük bölme! Hepsinden önemlisi kullandıkları ortak dil aracılığıyla inşâ ettikleri devâsa bir yapı: Filozoflara, Kelâmcılara ve Mutasavvıflara göre... Batılıların hiç de aslına mutabık olmayan tabirleriyle Felsefe, Teoloji ve Mistisizm.

Bu sefer söylemesi öncekinden daha zordu, lâkin yine de muhteşemdi. Varlığın, düşüncenin ve dilin birbiriyle yakından alâkalı üç farklı yorumu! Karşımda nüfuz etmeyi, anlamayı, kavramayı şiddetle arzuladığım büyük bir yapı duruyordu: Şimdilerde İSLAM DÜŞÜNCE MİRASI dediğimiz büyük bir yapı.

Dil... Düşünce.... Varlık... Yani, "İslâm Düşüncesi" denen alanın içerisinde bu üç konuya dair söylenenleri anlamak için Dilcilerin, Mantıkçıların ve Usûlcülerin ne dediklerini değil sadece, Filozofların, Kelâmcıların ve Mutasavvıfların da ne dediğini anlamak gerekiyordu. Öyle ki ilk basamak Dilcilere, Mantıkçılara ve Usûlcülere, ikinci ve son basamak da Filozoflara, Kelâmcılara ve Mutasavvıflara ait idi.

Hakikat onların elindeydi; hakikate ulaşmak onlara ulaşmaktı. Ben de öyle yaptım. Hakikati almak için ellerini öpmek amacıyla tek tek dizlerinin dibine çöktüm. Elimi uzattım. Fakat her defasında hepsi de mübarek ellerini önce dudaklarına, ardından alınlarına değdirdiler, sonra da işaret parmaklarını göğe doğru uzattılar. Anladım ki hakikat onların ellerinde değildi, O onların da yukarısındaydı.

"Peki ben şimdi ne yapacağım?" derken birden uyanıverdim. Şafak sökmek üzereydi.


11 Ekim 2003
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED