|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hürriyet'in Ankara temsilcisi Sedat Ergin, Gazi Orduevi'ndeki 30 Ağustos davetinden izlenimlerini aktarıyor. İlk izlenimler, Başbakan Erdoğan'ın davete 10 dakika önce gelmesi ve smokin giymediğine ilişkin. Bu izlenimlerin hemen ardından şu izlenim geliyor: "Gazi Orduevi'nin bahçesinde generallerin hepsi eşleriyle birlikte hazır bulunurken, yalnızca siyasiler eşsiz davet edilmişlerdi." Enteresan bir izlenim... İzlenimin enteresanlığı her şeyden önce, Hürriyet'in birkaç gün önceki manşetinde karşılaştığımız izlenimden başbaşka bir izlenim olmasından kaynaklanıyor! Yani şöyle: Hürriyet gazetesi "davet"ten birkaç gün önce başta Başbakan olmak üzere bazı bakanların (yani eşlerinin başı örtülü olan bakanların) davete tek başlarına katılma kararı aldıklarını duyurmamış mıydı? Duyurmuştu ve ayrıca bu "izlenim"in zaten başka türlüsü mümkün değildi. Yani şöyle: Davetin sahibinin Başbakan ve bazı bakanlara davetiye gönderirken eşlerinin başlarının örtülü olduğunu hatırlayarak "Haa o bakan mı, ona tek kişilik davetiye gönderelim, çünkü eşinin başı örtülü!" diye düşünmesi ve davranması mümkün müydü? Mümkün değildi, çünkü davet sahibinin bir davet sahibi olarak kimin eşinin başının örtülü olduğunu hatırlamasının sırası değildi tabii ki... Hem falanca bakanın eşinin o hafta belki de başını açtığını davet sahibi nereden bilebilirdi ki! Değil mi ya.... Bu durumda geriye tek seçenek olarak davetiyede yer alan "Eşinizle" ifadesinin yanına bir parantez açıp "Eğer başı açık ise" şartını koymak kalıyordu ki, doğrusu böyle uygunsuz bir notun bugüne kadar bir davetiyede yer aldığına kimse şahit olmamıştır! Hem bakın Ergin'in izlenimleri nasıl devam ediyor: "Bürokratların bir bölümü eşli, bir bölümü eşsizdi. Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan eşli davet edilmişti." İsterseniz, izlenimlerin Zafer Çağlayan'ın nasıl davet edildiğine ilişkin bölümünü geçelim, çünkü bu bilgi Çağlayan ailesi dışında hiçbir okuru ilgilendirmiyor! Ama dikkat edin, Ergin, "Bürokratların bir bölümü"nün de "eşli" davet edildiği bilgisini veriyor. Yani "izlenimler"e göre öyle bir ülke ki, "yalnızca siyasiler eşsiz davet edilmişken", "bürokratların bir bölümü" eşli davet ediliyorlar.. Ancak unutmayın; "siyasiler" denilen grubun içinde "Başbakan" da var! Ergin'in "izlenimler"ini aktarmaya devam edelim: "Erdoğan, gazetecilerin ve bürokratların elini sıkıp ilerlerken, kendisini birden aralarında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Arman ve Jandarma Komutanı Org. Şener Eruygur'un da bulunduğu bir general grubunun 3-4 metre kadar karşısında buldu. İki taraf da yerinden kımıldamadı. Erdoğan, bulunduğu yerden 'iyi akşamlar' dedi. Benzer bir karşılık alan Erdoğan, protokol bölümüne doğru yoluna devam etti." Doğrusu Ergin, davetten bu sahneyi de çok "soğukkanlı" aktarıyor. Hemen her ayrıntıya dikkat eden bir gazeteci olarak "iki tarafın da yerinden kımıldamaması"nı gayet tabii karşılıyor... Oysa ayrıntılara dikkat eden bir gazeteci olarak, hiç değilse, "Generallerin ülkenin başbakanıyla karşılaştıklarında yerlerinden kımıldamamaları etrafta bulunanları çok şaşırttı!" şeklinde bir yorum yapamaz mıydı?! Ama yapmıyor; ne düşünseniz ya da deseniz yapmıyor! O illâki "yalnızca siyasiler eşsiz davet edilmişlerdi" izleniminin peşinde! Ne yaparsınız, herkesin "izlenimi" farklı oluyor demokrasilerde.... Not: Yukarıda okuduğunuz yazıya nokta koyup A.G.'nin bilgisine sunduğumda, çalışma arkadaşım yazıda önemli bir bilginin atlanmış olduğunu söyledi. Meğer Hürriyet, yazının başında bahsi geçen manşetini ertesi gün yalanlamış. Yani, işin aslı, Hürriyet'in değil de diğer bazı gazetelerin yazdığı gibiymiş. Gerçekten de, "siyasiler" (hani o "siyasiler"!) "eşsiz" davet edilmişler... Bu bilgi / uyarı üzerine A.G.'ye dedim ki: "Vallahi ben yazıyı değiştirmiyorum! Madem davetiye meselesinin aslı böyleymiş, yani davet sahibi davetiyeleri "siyasiler"in eşlerini hatırlayarak hazırlamış, artık ben ne diyeyim ki!" Haksız mıyım? (K.B.)
"Çardak altı"ndaki sekizinci şahsiyet kim?
Fotoğrafın tamamıyla, yani kırpılmamış haliyle sadece Hürriyet gazetesinde karşılaştık... Fotoğraf birkaç gazete de daha yer alıyordu ama sağ taraftan biraz makaslanmış haliyle. Kimi "sağdan" iki şahsiyeti makaslamış, kimi ise "en sağdaki"ni... (Kimse üzülmesin; "sağ" derken tamamen topografik açıdan söz ediyorum!) Neyse, bu makaslama işi o kadar önemli değil... Asıl dikkat çeken husus, fotoğrafta yer alan "sağdan ikinci" şahsiyetin adından hiçbir gazetenin söz etmemesiydi. Genelkurmay Başkanı'nın verdiği 30 Ağustos resepsiyonunda "protokol alanı" olarak belirlenen "Çardak altı"nda yer alıp da fotoğraf karesine giren şahsiyetler (soldan sağa) şunlardı: Başbakan Erdoğan, CHP Genel Başkanı Baykal, Cumhurbaşkanı Sezer , Bayan Sezer, Bayan Özkök, Genelkurmay Başkanı Özkök, adı verilmeyen "sağdan ikinci şahsiyet" ve Dışişleri Bakanı Gül. Objektif grubun neşeli bir anını yakalamış... Grupta yer alan 7 kişi "sağdan ikinci şahsiyet"in anlatmakta olduğu bir hikayeye, ya da bir fıkraya gülümsüyorlar. Peki kim bu "sağdan ikinci şahsiyet"? "Çardak altı"nda, yani en üst düzeydeki "protokol" içinde yer alan bu şahsiyet kim? Resimaltlarında adı geçmiyor ama biraz yakından bakınca bu şahsiyeti tanıyabiliyorsunuz.. Evet evet, bu şahsiyet, 12 Eylül'ün Milli Güvenlik Konseyi içinde yer alıp da 82 Anayasası'nın "Geçici 2. Maddesi" uyarınca sonradan Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeliğine terfi eden dört generalden birisi olan Nureddin Ersin'den başkası değil... Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyelerinin "hukuki varlığı" TBMM'nin oluşumundan altı yıl sonra sona ermişti. Peki vaziyet madem ki bu merkezde, bu eski Milli Güvenlik Konseyi ve Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesinin "Çardak altı"nda, yani resepsiyonun en en yüksek "protokol" köşesinde ne işi var? Ne dersiniz? Bu emekli general acaba neler anlatıyordu ki, "Çardak altı"nın diğer misafirleri bu kadar içten gülümsüyorlardı? Bakın, bir de Türkiye hızla "demokratikleşiyor" diyorlar... Duy da inanma! Unutmayın, "hayırlı vak'a"nın üzerinden şöyle böyle değil, tam 23 yıl geçmiş... Bizim gibi sizin aklınızdan da belki şu soru da geçiyordur: Cumhurbaşkanlığı Konseyi'nin hayatta kalan diğer "ünlü" üyesi niçin "Çardak altı"nda değil? Biz nereden bilelim! Belki de onun etrafındakileri gülümsetecek hikayeleri yoktur! (K.B.)
"Kur'an'la donanmış çağdaş Kuvay-ı Milliye'ciler"
Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili ve Star gazetesi yazarı Yaşar Nuri Öztürk, "Türkiye'yi parçalamak isteyen Sevr özlemcileri" ile "siyaset ve saltanat dinciliği"ne karşı "Bugünün Kuvay-ı Milliye'si sivil toplum örgütleri"ni harekete geçmeye çağırdı... Diyeceksiniz ki, "Ne var bunda, o bunu hep yapıyor..." Öyle de, Yaşar Nuri Hoca bu kez tespitlerini hem "ağır"laştırıp netleştiriyor hem de "laik sivil toplumcu" güçlere, "başarı" için olmazsa olmaz bir öneride bulunuyor: "Kur'an'ın verileriyle donanmak..." Bu ilginç yazıdan mahrum kalmamanız gerektiğini düşündük ve sizin için özetlemeye karar verdik... Hoca'nın önerdiği "mücadele"nin 28 Şubat tarzı, "iki ayaklı" (Silahlı ve silahsız kuvvetler) bir mücadele olduğunu şu satırlardan anlıyoruz: "Bu ülkenin en seçkin ve yürekli evlatlarından biri olan eski genelkurmay başkanımız Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, birkaç yıl önce sanki bugünler için konuşmuştu. Demişti ki: 'Sivil güçler ayağa kalkmalı ve bize destek vermeli... Masa tek bacakla ayakta durmaz..." (Hoca lafı yanlış hatırlıyor ama, neyse, "masa" iki bacakla da ayakta durmaz ki...) Öztürk, STÖ'lerin "ayağa kalkıp karanlığı parçalamaları"nın tam zamanı olduğunu anlatırken, daha taze bir "uyarı"yı da hatırlatıyor: "Sivil toplum örgütleri dağ başının dumanla kaplandığını, Çetin Doğan Paşa'nın muhteşem tespitiyle 'Havanın kurşun kadar ağır' olduğunu artık fark etmeli. Ve yürüyelim diyerek yola çıkmalıdır." (Yazının, "Kuvay-ı Milliye ruhu"yla bir araya gelen solcu-ülkücü-Atatürkçü'lerin "büyük gösterisi"nden bir gün önce, 29 Ağustos'ta kaleme alındığını unutmayalım...) Ve geliyoruz işin püf noktasına... Hoca, büyük bir sempati beslediği aşikâr olan "asker-sivil milli cephe"nin büyük bir eksiklikle malûl olduğu ve bunun mutlaka giderilmesi gerektiği kanısında: "(...) Savaşta başarı çok özel bir donanımı da gerekli kılmaktadır. Tarihin, milletin, siyasetin, özellikle CHP kurmaylarının vicdan kulağına fısıldamak isterim ki bu donanımın 'araç-gereç' kaynağı Kur'an'dır. "Kuvay-ı Milliye kahramanları Kur'an'ın verileriyle donanacak ve sadece evde-iş yerinde değil, sokakta ve mâbette de ayağa kalkarak saltanat dinciliğinin açık ve maskeli tezgâhçılarının karşısına dikileceklerdir. Ve Kur'an'ın verdiği ilhamla biliyorum ki bunu yapan kahramanlar, Kur'an'ı gönderen kudret tarafından alınlarından öpülecektir." Hoca, "işin kolayı"nı da gösteriyor: "Bu donanıma sahip olmak öyle zor değildir. Cami abonesi olmak gibi bir şartı bile yoktur. Temiz bir Türkçe ile Kur'an çevirisini dikkatle ve birkaç kez okumak, işin temeli bakımından yeterlidir." Bu öneri tutar mı bilemeyiz (mesela bizim gözümüzün önüne Kur'an okuyan Doğu Perinçek ya da "irtica büyüyor" uyarılarıyla emekli olan komutanlar geliyor), ama olur da tutarsa Yaşar Nuri Hoca'ya buradan peşinen "bravo" diyoruz... (A.G.)
Ekşi'nin 'ağır' tespitine iki küçük soru...
Hürriyet gazetesi başyazarı Oktay Ekşi'nin 31 Ağustos tarihli yazısından: "Türkiye'de gerici ve ayrılıkçı cereyanların hızı artmış bulunmaktadır. Nitekim devlet bürokrasisi artık gerici kadroların egemenliğindedir. Milli Eğitimimiz bile, biri devletin resmi eğitim politikasına uygun eğitim veren okullar, diğeri tarikat okulları olmak üzere, iki ayrı cereyanın elindedir..." Oktay Ekşi'nin "ağır" tespitinin, Cumhurbaşkanı Sezer'in özel okullara ilişkin son vetosundaki bazı değerlendirmelerden beslendiği belli... Olabilir, fakat bu mesele büyük bir tartışmaya yol açmış ve bazı "laik köşeler"de dahi, "Sezer bu okulları açıklasın, aksi takdirde yoksul öğrencileri zehirlenmekten koruyalım derken, parasını ödeyerek zehirlenmenin yolu açık kalır" yollu yazılar yazmamışlar mıydı? Birinci sorumuz: Cumhurbaşkanı'nın en azından şimdilik "mesnetsiz" görünen iddiası, nasıl oluyor da Türkiye'nin en büyük gazetesinin başyazısında "olgusal" bir muamele görüyor? İkinci sorumuz da şöyle: Bu iktidarın, üçü tatile denk gelmek üzere on aylık bir ömrü var... Bu süre içinde bazı özel okulları nasıl "tarikat okulu" haline getirdi? Oralara atamalar mı yaptı, ne oldu da Hürriyet gazetesinde bu yönde tek bir haber bile okumadık? Yoksa o özel okullar uzun yıllardır mı "iki ayrı cereyan"ın elindeydi? Mesela 28 Şubat döneminde bile durum böyle miydi? (A.G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |