|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
YÖK değerlendirmesi!
Bir yazar arkadaşımız anlatmıştı: Bir televizyon muhabiri birkaç yıl önce kendisine şu soruyu yöneltmiş: "Ülkemizde ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar malûm; bu durumda, siz de bu kısıtlamaların bir mağduru olduğunuza göre, eksiksiz bir ifade özgürlüğü koşulları var olsaydı, kim bilir daha hangi konulara temas ederdiniz değil mi?" Arkadaşımızın cevabı şöyle olmuş: "Ülkede ifade özgürlüğünün önünde pekçok engel olduğu muhakkak. Ülkedeki pekçok yazarın kaleminin tam manasıyla serbest olmadığı da muhakkak. Benimle ilgili beklentilerinize gelince: Ben bugüne kadar canımın istediğini yazdım; ifade özgürlüğü daha mükemmel olsaydı zaten yine bunları yazacaktım. Yani benim söyleyecek başka sözüm yok. Ancak, benim söyleyecek başka sözümün olmaması, başka kalemlerin de aynı durumda olduğunu göstermez. Başka kalemlerin ifade edeceği tonlarca farklı hikaye var...Dolayısıyla, benim canımın istediği şeyleri yazabilmem, başkalarının kalemlerinin bağlı olduğu olgusunu unutturabilir mi?" Basit, şu ünlü "Voltaire" hikayesine benzeyen, ama hoş bir hikaye... Hani şu "empati" denen şeye işaret eden bir hikaye... Peki durduk yerde bu hikaye nereden çıktı? Hürriyet'te (3 Eylül) Ertuğrul Özkök'ün "İki Kemal'ler kenara çekildiğine göre" başlıklı, YÖK'ten söz eden yazısının çağrıştırmasıyla... Özkök, 1986'da üniversiteden ayrılırken, bir gazete muhabirinin kendisine yönelttiği "YÖK yüzünden mi istifa ediyorsunuz?" sorusunu şöyle cevapladığını yazıyor: "Hayır. Benim YÖK'le hiçbir meselem yok. 12 Eylül döneminde Bülent Ecevit'in Arayış Dergisi'nde çalıştım. Kendi imzamla birçok yazı yayınladım. Bunu yaptığım için üniversitede kimse beni rahatsız etmedi. (...) Kendilerine teşekkür borçluyum. Üniversiteyi çok seviyorum, ama istifa ediyorum. Bunun tek nedeni var. Aldığım maaş yetmiyor ve ben Hürriyet'ten çok iyi bir teklif aldım." Özkök, bu hatırasını aktardıktan sonra, YÖK konusundaki tartışmaya girmek istemediğini, çünkü YÖK konusunun "ideolojik bir alana" çekildiğini de yazıyor. İşte size YÖK'e ilişkin, konusuna tamamen "benmerkezci" bir tarzda yaklaşan yepyeni bir analiz daha... YÖK tartışması "idelojik alana çekilmiştir" (başka nasıl olacaksa!), çünkü söylenenlerin aksine ben Arayış Dergisi'nde tamamen hür olarak çalıştım! Ben Arayış'ta canımın istediği gibi yazabildiğime göre, YÖK'ün ceberrutluğundan söz edilemez! Peki Özkök'e göre YÖK sisteminin "yanlışları, eksikleri yok mu?" Olmaz olur mu? "Var elbet. Ama Türkiye'de hangi sistemin yok ki... O nedenle ben hükümetin YÖK konusundaki politikasına katılmıyorum." Dikkat ettiyseniz, bu da işi "hafifletmenin" bir başka yolu... YÖK'ün de tabii ki yanlışları eksikleri var; ama şu yalan dünyada yanlışı ve eksiği olmayan mı var?! Ne diyelim; bir kalem etrafında olup bitenleri evrenin merkezine kendisini koyarak temaşa etmeye başlarsa, sonucun bundan farklı olması mümkün mü? (K.B.)
'GÜL'DEN DENKTAŞ'A DESTEK' HA? Hürriyet'in ağır ekibine söylediği "Seçimi kaybedersem Anadolu halkını arkama alır mücadeleye devam ederim" sözleriyle bir kez daha gazetenin sürmanşetine tırmanan Rauf Denktaş, aynı gün Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'den şöyle bir karşılık aldı biliyorsunuz: "Anadolu zaten arkasında, Sayın Denktaş asıl kendi halkını arkasına almalı..." Kıbrıs'ta seçime iki ay kala yayımlanan kamuoyu yoklamalarıyla (oralarda Denktaş'ın durumu hiç parlak görülmüyor) birlikte düşünüldüğünde buradaki imâ apaçık, değil mi? Özellikle Gül'ün sözlerini televizyondan izleyenler ve onun mimiklerini, suratına yayılan hafif müstehzi ifadeyi görenler için... Peki, böyle bir haber gazete sayfalarına nasıl yansıtılır? İki seçeneğiniz var: Ya Radikal ve Akşam gibi buradaki imayı vurgulayarak verirsiniz haberi ya da öbür gazeteler gibi "anlayan anlasın" deyip "düz" bir tarzı seçersiniz, "Abdullah Gül dedi ki..." deyip bırakırsınız. (Merak edersiniz diye hatırlatalım: Akşam "DENKTAŞ'A AĞIR TAŞ" başlığıyla, Radikal de Gül'ün fotoğrafının altına yerleştirdiği "Denktaş'a kızdı" satırlarıyla vurguluyor "apaçık imâ"yı...)
Gazeteleri gözden geçirirken, biri hariç tümünün bu iki kategoriden birine yerleştirilebileceğini saptadık... Ta ki Dünden Bugüne Tercüman gazetesinin başlığını görünceye kadar... Onu görünce anladık ki, bu haberin sunuşunda iki değil üç ihtimal varmış... Çünkü gazetedeki, Abdullah Gül'ün bir fotoğrafının eşlik ettiği ilgili haberin başlığı aynen şöyleydi: "DENKTAŞ'A DESTEK..." (A.G.)
İmzasız, mahreçsiz, kaynaksız ama sürmanşet... Hürriyet'in 3 Eylül tarihli sayısının sürmanşeti: "KANDİL DAĞINDA ÜST DÜZEY GİZLİ İNFAZ... PKK'nın Avrupa'daki en önemli ismi Engin Sincer 15 Ağustos günü Kandil Dağı'nda infaz edildi... Kürdistan Ulusal Kongresi Yürütme Kurulu üyesi ve sözcüsü olan, aynı zamanda örgütün Avrupa'daki eğitim işlerinin başında bulunan Sincer, 'Eve Dönüş Yasası'na taraftar olduğu için öldürüldü... Sincer, 15 Ağustos günü PKK-KADEK yöneticileri tarafından silahla vurularak öldürüldü. Örgüt içindeki en yüksek düzeydeki infaz bugüne kadar gizli tutuldu. Örgütün hiçbir yayın organında bu infazla ilgili tek satır haber yer almadı..." Haber böyle... Ne başında bir mahreç var ne de sonunda imza... Keza, hangi kaynaktan alındığına dair herhangi bir ibareye rastlamak da mümkün değil. Sürmanşet, bu tür haberlerin beylik kalıbı olan "belirtildi, öğrenildi..." gibi kelimelerle sürüp gidiyor... Hep söylüyoruz, Hürriyet'in yılda birkaç kez yayımladığı "yayın ilkeleri", Türkiye'nin pek güzel yazılmış ama uygulanmayan kanunlarına benziyor... Daha dumanı tüten (iki ay bile dolmadı) son "ilkeler" kitabında bu tür pasif yüklemlerle haber yazılamayacağı belirtilmemiş miydi? Kimdi o güzel sözün sahibi? "Bir ülkede demokrasiden ne kadar çok söz ediliyorsa, o ülkede o kadar az demokrasi vardır..." Yalan mı? Peki, bir gazetenin ikide bir "ilkeler"den söz etmesi "ilkeler"in ikide bir tepelenmesiyle bağlantılı olamaz mı? Geçenlerde Vatan'dan Metin Münir, "Hürriyet Türkiye'nin New York Times'ıdır" diyen Ertuğrul Özkök'e cevap verirken Hürriyet'teki bazı "uygulamalar"ı hatırlatıp, "New York Times'da bunlara rastlayabilir misiniz?" diye soruyordu... Biz de soralım: New York Times'da sizin şu sürmanşetiniz gibi bir tek haber gösterebilir misiniz? (A.G.)
Şu iki paragraf aynı yazıda biribirini izliyordu... Birinci paragraf: "Öyleleri var ki, öyle acayip yazılar okuyoruz ki!.. 'Askerciler' varmış! Askerin bir kez daha yönetime gelmesini özleyenler! Olabilir, yurttaş istediği gibi düşünür, istediği yönetimi özler! Hele seçim karmaşasıyla iktidara gelen kişi ve kafa, Atatürk Cumhuriyeti'ni bir çıkmaza götürmekteyse! Sivil de asker de susmayacak, sesini elbet yükseltecektir." İzleyen paragraf: "İşin ilginç yanı da 'Cumhuriyet' gazetesine ve yazarlarına 'siz askercisiniz' diye sataşılması!.. Seksen yıldır bu gazeteyi izleyenler bilir ki, 12 Mart, 12 Eylül gibi asker yönetimlerinde en çok zarar gören, kapatılan, başı en çok derde giren; hapislerde, mahkemelerde acı çekenler 'Cumhuriyet' ve yazarları olmuştur..." (Oktay Akbal, Cumhuriyet, 3 Eylül...)
Önemli gelişme, güzel haber, tuhaf başlık...
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Bülent Arınç'ın 1 Eylül'de Dolmabahçe Sarayı'nda düzenlediği basın toplantısında söyledikleri, yalnız "milli saraylar" için değil "Yok bi şey"ci devlet ve siyaset adamlığını için de "milat" niteliğindeydi... Arınç, kendisinden önceki TBMM başkanlarının tersine, basında Dolmabahçe Sarayı hakkında çıkan yazıların doğru olduğunu, altı tarihi halının gerçekten çürüdüğünü kabul etti. Arınç, İtalyan ressam Sonaro'ya ait sulu boya kır manzaralı tablonun 1993'te kaybolduğunu da doğruladı... Gürhan Savgı'nın haberine Zaman, başka hiçbir gazetede görmediğimiz geniş bir yer vermiş. İlaveten, hep "ne güzel" dediğimiz haber-izlenim'lerden birine, haberden de geniş bir yer ayırmış. Abdullah Kılıç, izlenimlerinde özellikle Arınç'ın "şaşırtıcı" tavrını irdeliyor: "TBMM Başkanı Bülent Arınç'ın dün Dolmabahçe Sarayı ile ilgili iddialara 'açık yüreklilikle' verdiği cevaplar, toplantıyı izleyen gazetecileri bile şaşırttı. Oysa, daha önceki Meclis başkanlarının düzenlediği bu tür toplantılara alışık olan gazeteciler için TBMM başkanlarının kendisine bağlı bir kurumla ilgili iddiaları duymazdan gelmeleri alışılagelmiş bir durumdu. Başkanlara göre Dolmabahçe Sarayı 'güllük gülistanlık'tı; ne çürüyen eserler vardı ne de 'ha yıkıldı ha yıkılıyor' denilen duvar sarayları..." Görüyorsunuz, her şey çok güzel, fakat şu âna kadar başlığa hiç bakmadık... Bu haberin başlığı, haberdeki, Arınç'a ait "Milletimizden özür dilerim, atalarımızın mirasına sahip çıkamadık" sözlerinden türetilmiş. Başlık aynen şöyle: "ÖZÜR DİLERİM, ATA(LARI)MIZIN MİRASINA SAHİP ÇIKAMADIK." Haberdeki cümlede Arınç'ın "Ata"ya değil de "Atalar"a gönderme yaptığı çok açık... Peki, başlık nasıl öyle oluyor? Galiba, Arınç'ın şu cümlesinden çıkartılmış o da: "Meclis'in, saray ve kasırlarla ilgilenmesi yüce önder Atatürk'ün bize vasiyeti nedeniyle olmuştur...." Sonuçta bu iki cümle birleştirilmiş, oradan bir "ana fikir" çıkarılmış ve okuduğunuz başlık oluşturulmuş... Oluşturulmuş da, olmuş mu? Doğrusunu isterseniz hiç olmamış... Lüzumsuz bir zorlama bu... Belki "izlenim"de dile getirilebilecek bir "yorum"un başlığa tırmanması, Zaman'ın bildiğimiz titizlenmelerine hiç uymamış... (A.G.)
Hoşumuza gitti doğrusu! Geçen hafta Kronik Medya'da söz etmiştik; Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı "Taslak" üniversitelerde acaba kaç "yönetici"yi "tasfiye" ediyordu? Hatırlayanlar mutlaka vardır, ortada pekçok rakam dolaşıyordu... Nitekim, Hürriyet başyazarı Oktay Ekşi de tartışmaya katılmış ve o da bir hesap çıkarmıştı. Ekşi'nin 26 Ağustos tarihli yazısında, "Taslak"ın yasalaşması durumunda "tasfiye" edilecek "yönetici" sayısı "26 bin" olarak verilmişti. Hürriyet başyazarı iki gün sonra önümüze başka bir hesapla çıktı. 28 Ağustos tarihli yazısında sayı tamı tamına "28 bin 249"a ulaşmıştı... Bu durumda Kronik Medya'da biz de sormuştuk: Ama sözünü ettiğiniz "28 bin 249" kadroyu işgal edenlerin çoğu zaten aynı kişilerden oluşuyor; dolayısıyla bir "sadeleştirme" yapma zorunluluğu hissetmiyor musunuz? Ekşi'den tabii ki bir cevap gelmedi. Ancak Derya Sazak'ın Milliyet'in 1 Eylül tarihli sayısında yer alan "Sohbet Odası"nda mesele tamamen aydınlığa kavuşuyordu. Sazak'ın konuğu bu kez Üniversitelerarası Kurul Başkanı Prof. Ayhan Alkış'tı. Sazak, konuğuna soruyor: "YÖK taslağına göre üniversitede kaç kişinin görevleri son bulacak. Bu rakamı 23 bine kadar çıkaranlar var." (Anlaşılıyor ki, Sazak, Ekşi'nin sayıyı "28 bin 249"a çıkarmasından habersiz!) Ve işte Prof. Alkış'ın cevabı: "Toplam pozisyon olarak 28 bin görev değişiyor. Bazı kişilerin üzerinde birden çok görev bulunabiliyor. Görevden ayrılacak kişi toplamı bizdeki hesaba göre 8993." Bakın, haksız mıymışız? "Sadeleştirme" derken tam da bunu kastediyorduk... "28 bin 249" kadro "sadeleştirildiği" takdirde oluveriyor 8993! Ekşi'nin iddiaları karşısında cevabın Üniversitelerarası Kurul Başkanı'ndan gelmesi çok hoşumuza gitti doğrusu! (K.B.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |