|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Her medeniyetin ruhunun sindiği, ete kemiğe, taşa duvara, sokağa meydana büründüğü simgesel bir şehri vardır. Şairinin mısralar kurduğu, yazarının roman kahramanlarını sokaklarında dolaştırdığı, ressamının resmetmeden, sinemacısının göstermeden duramadığı bir şehri... Yaşayan, soluk alıp veren, akan zamanla birlikte yüzü değişen o şehir, o medeniyetin sanatçılarının eliyle kazınır kolektif belleğe. Şehirler değişse de, yazılıp çizilenler değişmeden kalır hep geriye. Türk şiirinde, öyküsünde, romanında, resminde, tiyatrosunda, sinemasında İstanbul'dan daha çok yer tutan ikinci bir şehrimiz var mıdır söyleyebileceğimiz? Yoktur ve elbette İstanbul'dur bizim için o şehir. Kıtaların birleştiği, medeniyetlerin yeşerdiği bu şehir, sanatın diğer dallarında olduğu gibi yedinci sanat sinemada da en fazla görülen şehirdir bu yüzden. 1914 yılında Fuat Uzkınay'ın Yeşilköy'de çektiği belgesel filmle başlayan Türk Sinema tarihimiz boyunca çekilen filmlerin neredeyse tamamına yakınına mekan oldu İstanbul. Sinemacılarımız, yaptıkları her filmle o günün İstanbul'unu taşıdılar perdeye. Ve biz onların sayesinde, yönetmenin vizörden baktığında gördüğü İstanbul'u görmek şansına eriştik. Bu şehri biraz da, o filmlerde gördüğümüz haliyle sevdik. İstanbul'u düşününce nasıl Yahya Kemal'in, Necip Fazıl'ın, Orhan Veli'nin, Nazım Hikmet'in, Attila İlhan'ın dizelerini hatırlıyorsak, Atıf Yılmaz'ın "Ah Güzel İstanbul'unu, Lütfi Akad'ın "Kanun Namına"sını, "Vesikalı Yarim"ini ve "Düğün"ünü, Halit Refiğ'in "Gurbet Kuşları"nı, Muammer Özer'in "Bir Avuç Cenneti"ni, Yavuz Turgul'un "Gölge Oyunu"nu, Mustafa Altıoklar'ın "İstanbul Kanatlarımın Altında"sını, "Ağır Roman"ını ve daha pek çoklarını da hatırlarız. Bu şehirde yaşayanların bile gidip görmediği İstanbul semtlerini görür, o semtlerde yaşanan hayatlara tanıklık ederiz bu filmlerde. Türkiye toplumunun bu topraklar üzerinde yaşadıklarının hepsinin değilse bile pek çoğunun, yönetmenin bakışıyla kaydı vardır o filmlerin karelerinde. O yaşanmışlığın yansıdığı, şekillendiği ve şekillendirdiği bu şehrin, İstanbul algımızın, ağrımızın tutulan aynaya akseden bir görüntüsü, peliküle düşmüş bir gölgesi vardır. Bu yüzden işte, fethin 550. yıldönümü için 550 edebiyatçının kaleminden İstanbul'u kayda geçirmek gibi güzel bir adım atan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yürüyüşünü başka projelerle sürdürmeli. Türk şiirinde, resminde, tiyatrosunda, hikayesinde, romanında ve sinemasında İstanbul'un nasıl yer aldığını, her daldan sanatçının medeniyetimizin bu simge şehrini eserlerine nasıl aktardığını ortaya koyacak belgeseller hazırlanmalı. Belgeselin öneminin iyiden iyiye kavrandığı, belgesel sinemanın alt yapısının, kadrosunun yavaş yavaş oluşmaya başladığı, ortaya yüz ağartan işlerin çıktığı günümüzde bunu hayata geçirmek artık çok zor olmasa gerektir. Belki işe film karelerinden bir İstanbul hatırası çıkarmakla da başlanabilir. İstanbul'un yaşayan bir şehir olarak görüldüğü ilk film olan Muhsin Ertuğrul imzalı, 1922 tarihli "İstanbul'da Bir Facia-i Aşk"ıyla başlayıp, Cüneyt Arkın'ın ayağının yere neredeyse hiç basmadığı, o surdan bu sura atladığı Malkoçoğlu filmlerinden, İstanbul'un ıssız sokaklar, ormanlık tepeler olarak görüldüğü siyah-beyaz melodramlardan, göç ve gecekondu gerçeğinin yansıtıldığı iç burkan gurbet hikayelerinden, şehrin ve şehir insanının kirlendiği yakın dönem filmlerinden mürekkep bir belgesel, Türk sinema tarihi paralelinde hep saklanacak bir İstanbul hatırası çıkarmaz mı ortaya? Ve bu çok güzel bir şey olmaz mı!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |