|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Son günlerde yine alevlenen YÖK etrafındaki tartışmalar herkesin malûmu; gazete ve televizyon kanallarında bu kadim sorunumuzun ele alınmadığı gün yok gibi... YÖK Başkanı'nı susturmak zaten mümkün değil. O artık tartışmayı yüksek öğretim alanından hepten çıkararak, işi "adam olup olmamak" meselesine kadar vardırdı. Gazete ve televizyon kanallarında karşılaştığımız bir kısım "anti-YÖK" zevat da bir başka âlem. Onların asıl derdi de, "Atatürkçülüğü YÖK Başkanı'na yar etmeyiz!" itirazından ibaret. Bu derece olmasa bile, bana göre üniversite sorununun çözümünü asıl olarak bugün geçerli olan "atama" yönteminin yerini demokratik işleyişin geçerli olduğu bir "seçim" yöntemine bırakmasında görenlerin tezleri de çok sağlam değil. Çünkü biliyoruz ki, bir takım görevlerin doldurulmasında "atama" ya da "seçim" yöntemleri tek başlarına o kadar güçlü değil. Bu tespit sadece üniversitelerin yapısıyla ilgili de değil; en doğru sonuca ulaşma sürecinde kafayı sadece "atama" ve "seçim" yöntemlerine takmak, mesela Anayasa Mahkemesi üyelikleri için de yanlış. Haksız mıyım; ülkenin en yüksek mahkemesi epeyce uzun bir zamandır kararlarını ancak 6-5 gibi insana "Şimdi bu hukuk mu?" sorusunu sorduran bir skorla alabilir bir duruma gelmişse, bunun kabahati sadece yüksek mahkeme üyelerinin o koltukları doldurma biçimine mi bağlıdır? Söz konusu üyelerin belirlenmesinde "atama" yöntemi yerine "seçim" yöntemi ikame edilirse Mahkeme o saat "bilge kişiler"den oluşan bir kuruma mı dönüşecek? Hiç sanmam; çünkü ülkenin pek çok kurumunda karşımıza çıkan yanlış (hadi "çağdışı" diyelim de tamam olsun!) teori ve pratiğin nedenleri "atama" ve "seçim" gibi yöntemlerin gücünü çok aşan bambaşka nedenlere, çok gerilerde bir yerlerde mevzilenmiş "blokaj" nedenlerine dayanıyor. YÖK'ün üniversiteleri kuşatan otoriter yönetim anlayışından söz ederken, üniversite hocalarının bu ilişkiden nasıl etkilendiklerini özellikle gözden geçirmemiz gerekir. Mesela üniversite hocalarının masalarına hemen her gün ulaşan YÖK çıkışlı şu "beyin yıkama" genelgeleri. Bunlar o derece zengin ki, maaşallah hiçbir "milli" mesele dışarıda bırakılmıyor! Yok "Kürtçe öğretim dilekçelerinin arkasında yatan amaçlara dikkat", yok "Son günlerde artış gösteren Ermeni Soykırım iddialarına dikkat", olmadı "türban" ya da bilmem ne! Düşünün; ülkede bu mevzular hakkında, güvenlik elemanları dışında en çok bilgilendirilenler belki de üniversite hocaları! İşin tuhaf yanı, bu ve benzeri konular hakkında bağımsız olarak akıl yürütmesi, bilgi üretmesi gerekenlerin başında da aslında üniversite hocaları geliyor... Bana sorarsanız, YÖK'ün sadece bu "teori" ve pratiği bile tek başına ülkenin başına yerleşen kâbusun büyüklüğü hakkında yeteri kadar bilgi veriyor.... Sen tut, aklınıza gelebilecek her "milli" (ya da "gayri milli"!) konuda fikrini almanız gereken ve "a priori" olarak fikri gibi vicdanı ve irfanı da hür olan bir topluluğu (yani "hocaları"), muntazam aralıklarla "beyin yıkama" işlemine tabi tut! Siz söyleyin; hangi hoca ya da hocaların kaçta kaçı bu "taarruz"a karşı sonuna kadar direnebilir? Nitekim direnilemediğinin örnekleri de çok. Mesela toplumda hemen her cenahın olumsuz tepkisini üzerinde toplamasına rağmen YÖK'ün en tuttukları arasında yer alan bir rektörün girdiği son seçimde oylarını büyük ölçüde artırması hadisesi. Bu nasıl oluyor; hocalar ve toplum birbirine bu derece zıt bir karara nasıl varabiliyor? Pek çok nedeni vardır mutlaka ama ben burada sadece, hocaların kişisel değerlendirmeleri dışında kalan ve YÖK'ün üniversiteler ile kurduğu "sakat" ilişkinin bir cephesinden kaynaklanan bir nedene işaret edeceğim: Söz konusu rektör yeniden ve çok daha fazla oy alarak seçilebiliyor, çünkü hocalar, üniversitelerinin talep ettiği kadro ve imkanlara kavuşmasının en kolay ve etkili yolunun rektörlerinin görevinin yenilenmesinden geçtiğini çok iyi biliyorlar.... Aksi halde, YÖK ile "kavgalı" Dicle Üniversitesi Rektörü Fikri Canoruç'un üniversitesinin başına gelenler kendilerini de beklemektedir. Kolay bir seçim mi; Dicle Üniversitesi'nde 200'den fazla yardımcı doçenç, doçent ve profesör kadro beklemektedir.... Madem söz Dicle Üniversitesi'nden açıldı, üniversitelerin YÖK'ün himmetiyle içine daldıkları "derin ilişkiler"in bir örneğini de yine bu üniversiteden verelim: Dicle Üniversitesi'nde son dönem rektörlüğü (Köşk'te) Prof. Fikri Canoruç'a kaptıran eski rektör Prof. Mehmet Özaydın, Sabah muhabirine bakın nasıl bir açıklama yapmış: "Genelkurmay, MİT ve Emniyet bizden yanaydı, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer beni tanımadığı için asılsız ihbarlara itibar etti." Ne diyelim; üniversite rektörlerinin "Genelkurmay, MİT ve Emniyet bizden yanaydı" diye konuşabilmelerinin zeminini hazırlayanlar düşünsün....
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |