T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Gül'ün Başbakanlığı

9 Şubat Cumartesi akşamı... Kahramanmaraş'taki baba ocağında taziyeleri kabul ediyoruz. Dostlarımız geliyor. Sohbet ortamında her şey konuşuluyor. Tabii ki savaş da...

Bir misafirimiz, -pekçoğu gibi- Türkiye'nin her şeye rağmen savaşa sürükleniyor olmasından tedirgin. Hükümetin tavrını da onaylamıyor. Bir başka misafirimiz ise az önce dinlediği, Başbakan Abdullah Gül'ün "Millete Sesleniş" konuşmasından etkilenmiş, konuşmanın ana çerçevesini anlatıyor.

Tam bu sırada telefon çalıyor ve telefondaki ses, Başbakan Gül'ün taziye için aradığını bildiriyor. Başbakan Gül taziyelerini sunuyor. Teşekkür ediyorum ve az önce evimizde "Millete Sesleniş" konuşmasından bahsedildiğini bildiriyorum. İlgi duyuyor, nasıl karşılandığını soruyor. Ben de, iki farklı duygu ve yaklaşımı aktarıyorum.

Kahramanmaraş günlerinde gözlemlediğim şu:

-Hemen herkes savaşa karşı.

-Hemen herkes Amerika'nın tavrına karşı. Savaş gerekçelerine inanmıyor. Amerika'yı hiçbir biçimde haklı bulmuyor. Amerika hiçbir biçimde insanımıza güven vermiyor. Ayrıca Amerika sırtında İsrail günahını taşırken, Irak savaşını insanımızın gözünde hiçbir biçimde meşrulaştırması mümkün değil.

-Hemen herkes Saddam'a karşı. Ama hemen herkesin yüreğinde Müslüman bir ülke ve oranın masum insanlarının yarınları da bir kaygı alanı olarak duruyor.

-İnsanların önemli bir kısmı hükümetin ne yapıp edip Türkiye'yi savaşta Amerika'nın yanında yer almaktan korumasını istiyor. Atılan adımlara bakarak koruyamayacağını düşünüyor ve hükümetin puanını düşürüyor.

-Gene insanların önemli bir kısmı, hükümetin elinden geleni yaptığını, ancak özellikle ekonomik zaruretler sebebiyle Amerika'nın yanında yer almak, ayrıca Amerika'nın gelecekte Kuzey Irak'ta Türkiye'nin önüne koyacağı riskler sebebiyle bölgeye asker göndermek zorunda olduğunu düşünüyor.

-Savaş tartışmaları sebebiyle Türkiye'nin çaresizliği herkesin dertlendiği bir konu. "Keşke amacına hiçbir biçimde iştirak etmediğimiz bir savaşın parçası olmak zorunda kalmayacak kadar özgür karar verebilecek durumda olsaydık" görüşünün hemen herkesin yüreğinden geçtiği hissediliyor.

-Maraş günlerinde "Bir milli heyecan üretilebilse, gerekirse bir ay maaş almasak, bir yıl asgari şartlarla geçinsek ve Türkiye'yi içinde yüzdüğü borç batağından kurtarıp, onurlu kararlar alacak hale getirsek..." tarzındaki duyguların insanların içinden geçtiğini, yer yer dillendirildiğini müşahede ettim.

Ancak, bunun için bu milli heyecanı üretebilecek, besleyecek bir öncülüğe ihtiyaç bulunduğunu da anlıyorsunuz insanların tavırlarından. Ak Parti iktidarı böyle bir öncülüğe aday olabilir mi? Öncelikle böyle bir projesi var mı, bilemiyorum. Ama tepkilerden algılanan şu ki, bunun için hep "ak ak" gitmek gerektiği açık. Bir sınav vermek ve sonunda toplumun yüreğinde eksiler bırakmamak gerekiyor. "Güven" çok temel bir duygu. Bunun için "Temiz kalmak" çok temel bir şahsiyet özelliği. "Fedakarlığa kendinden başlamak" çok temel bir yaklaşım. Ak Parti kadroları, henüz iktidarda yeni. Ama geçen zamanın iktidarın toplumla kurabileceği iletişim açısından bazı ipuçları verdiği düşünülebilir. O yüzden bu zamanın bir özeleştirisinin yapılmasında yarar var.

-Başbakan Gül samimiyeti ile dikkat çekiyor. İnsanların, Başbakan Gül'ün kişiliğinde Türkiye'nin gerçek bir "devlet adamı" kazandığını düşündüklerini gözlemliyorum. Beden dili ve konuşma üslubu ile "sıcaklık" ve "samimiyet" yansıtıyor. Başbakanlık süresinin sınırlı olduğunu herkes biliyor. Kendisi de biliyor. Ama bu sınırlı sürede ortaya koyduğu performansın her çevrede "dikkat çekici" artılar taşıdığı muhakkak. Yürüttüğü kriz diplomasisinde herhalde şu söylenebilir: Türkiye'nin mecrubiyetleri hatta mahkumiyetleri içinde elde edilebilecek olanın en iyisini elde etmek için gayret sarfettiğinden kuşku duyan yok. Gül'ün bölge için özel bir hassasiyet taşıdığından, bölgeye ilişkin hesapları dikkate aldığından ve bunların muhtemel olumsuz yansımalarını önlemek için tedbirler geliştirme gereği hissettiğinden de kuşku duyan olmamalı. Abdullah Gül'ün şahsında kendi tanımlarıyla "muhafazakar", benim tanımımla veya genellikle anlaşılan hüviyetiyle "İslami hassasiyeti olan" bir politikacının kendi insanının hassasiyetlerini Türkiye'nin çıkarlarını savunmak için diplomatik alana nasıl taşıyabildiğinin de örneği vardır. Amerika ile yürüyen pazarlıkta Abdullah Gül ve ekibinin halk desteğine sahip (ki bu destek taa Meclis'e uzanan biçimde sorgulayıcı bir duyarlılık sergiliyor) politik kimliğinin önemli bir etkisinin bulunduğu gözden kaçmamalıdır. Destek var ama sınırsız değil, hemen peşinden murakabe geliyor ve iktidar bunu biliyor, bunu diplomatik pazarlıklara en net biçimde yansıtıyor. Bu yönüyle Abdullah Gül'ün halkın ve tabanının sesine gösterdiği hassasiyet onun sergilediği "Başbakanlık profili"nin de kalıcı rengi olacak. "Millete Sesleniş" konuşmasının çerçevesi de bu açıdan önem arz ediyor.

Abdullah Gül sınırlı bir süre Başbakanlık yapacak. Tayyip Erdoğan'ın Başbakan olamamasından doğan ara zaman onu böyle bir göreve getirdi. Bana göre Türkiye kazandı. Yarın Tayyip Erdoğan seçilecek, Başbakan olacak, Türkiye ondan da çok şeyler bekliyor. Tayyip Erdoğan'ın Başbakan olmasıyla, Türkiye demokrasisinde bir anormallik ortadan kalkacak. Ama kaderin tanziminde devreye giren Başbakanlık süresince Gül'ün sergilediği performans da zabıtlara geçecek. Türkiye'nin aklında kalacak. Muhtemel ki şu anda Tayyip Erdoğan beklentisi Gül'ü etkiliyor, yine muhtemel ki yarın Gül'ün kayda geçmiş performansı Tayyip Erdoğan için kamçılayıcı bir motif olacak.

Türkiye iç-dış yoğun gündemler ve zor şartlar içinde politik bakımdan da ilginç bir tecrübe yaşıyor vesselam.


10 Şubat 2003
Pazartesi
 
AHMET TAŞGETİREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED