|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dünkü yazımızda 'idare' ve 'daire' sözcüklerinin bilhassa siyasî anlamı üzerinde durmaya çalışmış, dolayısıyla mirasçısı olduğumuz felsefî, kelâmî ve tasavvufî düşünme geleneğinin dünyayı ve eşyayı nasıl kavradığını anlamak için sözcüklerin temsil ettikleri kavramları görmemizi engelleyen perdelerden bir perdeyi gücümüzün yettiğince aralamaya çalışmıştık. Şimdi mecali kalmamış parmaklarımızla perdenin ucundan tutup onu biraz daha yukarıya kaldırmayı deneyeceğiz: Perdeyi niçin kenara veya yana doğru açamıyoruz da onu yukarı doğru kaldırmaktan söz ediyoruz? Çünkü kalkmasını istediğimiz perde, yöneldiğimiz nesnenin üzerinde değil de ondan! Anlamak için yöneldiğimiz, baktığımız, nazar ettiğimiz şeyin kendisi apaçık, çırılçıplak. Onun ayrıca açılmasına ihtiyaç da yok, lüzum da! Bilâkis perde bizim gözümüzde, yani bakanda, yani nazar edende. O halde gözümüzdeki perdeyi açmamız ve onu yukarıya doğru kaldırmaya çalışıp asıl gaflet uykusundan şişmiş göz kapaklarımızı bizzat aralamamız gerekiyor. - "Devran olalım, seyran olalım, hayran olalım." İşaret eden parmağa takılıp kalmaya gerek yok; parmağın gösterdiği yere dikelim gözlerimizi ve anlamak/kavramak/bilmek isteyen HZ. İNSANın mâ-cerâsını özetleyen bu sözün içine süzülmeye ve aynanın ardına (sırrına) elimizi dokundurmaya gayret edelim. Seyretmek veya nazar etmek bir fiil, yani bir harekettir. Nitekim bu nedenle aklın bilinen ile bilinmeyen arasındaki hareketine 'nazar' (bakmak) adı verilmiştir. Nesnesine yönelen aklın harekete geçtiğinden kuşku duyamayız; zira bilmek için, önce bilmeyi istemeliyiz. İstemek, irade etmektir, irade etmek ise bir eylemdir. Ancak insan bilmeyi isteyebilir, bilmek için ancak insan harekete geçebilir. O halde şimdi bu hareketin kendisine değil, yönüne bakmalıyız. Aklın bu hareketi hangi yöne doğrudur? Akıl hangi yöne doğru hareket etmelidir? Elbette başladığı yere, başladığı noktaya geri dönmeli; dönemeyecekse yola çıkmak için acele etmemeli. İnsan'ın bakışı sen'den başlayıp ben'e dönmüyorsa, aklın hareketi tamamlanmamış, kemâline ermemiş demektir. Bu hareketin niteliği sırf bu nedenden ötürü ya doğrusal (müstakim), ya dairesel (müstedir) olmak zorundadır. Doğrusal hareket bilkuvve sonsuza değin uzanır (teselsül); dairesel harekette ise hareket eden harekete başladığı noktaya geri döner; dönebilir (devr). [Bu vesileyle aklın hareketinin, doğrusal olursa "tümevarım", dairesel olursa "tümdengelim" adını aldığına işaret edelim.] Demek ki "devran olalım" ifadesiyle seyretmek, temaşa etmek, nazar etmek isteyen insanın sadece harekete geçmesi değil, aynı zamanda hareketinin dairevî olması da temenni ediliyor. Harekete geçeceğiz, hareketimizin dairevî olmasına özen göstereceğiz; yani dönmeye başlayacağız. Lâkin gözümüzü kapayıp dönmeyeceğiz; dönerken etrafımızı (taraflarımızı), yani bizi çevreleyen eşyayı seyretmeye, onları temaşa etmeye, onlara nazar etmeye de çalışacağız. O kadar ki sadece kendi dışımızda ve kendi dışımıza değil, en nihayet kendimize de döneceğiz; başkalarını görmekle yetinmeyeceğiz, başkalarındaki başka'yı da göreceğiz, başkalarında kendimizi seyredeceğiz. Bu takdirde hakikaten dönmüş, avdet etmiş, aidiyetimizi görmüş olacağız. Görünce ne olacak? Hayret edeceğiz, yani şaşıracağız; hayret etmekle kalmayıp hayran da olacağız; yani şaşakalacağız. "Şaşakalmak" durmak mı demek? Ne münasebet! Bu sefer şaşkın bir halde döneceğiz; dönüşümüz bize ızdırab değil, zevk vermeye başlayacak; bilmeden değil, bu sefer bile bile döneceğiz; hatta bilene kadar değil, bildikten sonra da döneceğiz; vecd u istiğrak içinde kendi kendimize, tek başımıza döneceğiz. Hareket, bazılarında kasrî (dışarıdan zorlamayla) başlar, sonra kişi iradî olarak (kendi isteğiyle) hareketine devam eder ve en nihayet hareketi tabiî (doğal) hâle gelir de onun için bir daha durmak mümkün olmaz; öyle ki dışarıdan bakanlara duruyormuş gibi, sükûn halindeymiş gibi görünecek kadar yüksek hızla dönmeye devam eder. Gök kürelerinin dönüşü dairevîdir. Şayet dairevî/kürevî hareketin önemi ihmal edilirse, 'kemâl' ve 'zeval' sözcüklerine anlam vermek mümkün olmaz. Dilerseniz, aşağıdaki beytin ikinci mısraını anlamaya çalışın: Handan ol gönül ki visal ihtimali var
Siyaset'te 'idare', İdare'de 'daire', Musikî'de 'edvar', Mimarî'de 'kubbe' böylesi bir hareket tasavvurunun neticesidir. Düşünelim bakalım, niçin malımızı-mülkümüzü başkalarına devrederiz? Evet, niçin İlm-i Siyaset'te "adalet dairesi"nden, İlm-i Ahlâk'ta "edeb dairesi"nden söz ederiz? Bugün artık 'idare' denince aklımıza önce management geliyor ama manej nedir hiç düşünmüyoruz bile. Meselâ globe denince 'küre', global denince 'kürevî' sözcüklerini hatırlasak da dünya coğrafyasını düzlemsel olarak hayal etmekten kaçınamayıp sathî davranıyoruz; üstelik sathî olanın bizim geleneğimizde hem yüzeysel, hem de düzlemsel olana taalluk ettiğinden habersiz olarak. [Bu vesileyle, fütursuzca 'daire' karşılığında 'a-partman' veya 'de-partman' sözcüklerini kullanmayı marifet sanan devrimcilerimize, 'devirmek' ve 'devrim' sözcüklerinin dahi "devr u daire"den türetildiğini hatırlatmak isterim.] Sorarım size, masalarını bile Batılılar gibi 'köşeli' (dikdörtgen veya kare) imal etmeyip sofralarını 'daire' suretinde teşkil, meclislerini 'daire' şeklinde tertib eden bir medeniyetin mensuplarının, köklerini kaybedince sofra ve meclislerin başköşelerine kurulmaktan hoşlanmamaları nasıl mümkün olsun? (Oysa dairelerde köşe bulunmaz!) Unutmamalı köşelere kurulanlar, hep köşeli düşünenlerdir!
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |