AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Milli Eğitim'den başlayalım (2)

"Tatil"de karşımıza çıkan en önemli siyasi girişimlerden birisi Milli Eğitim Bakanlığı'ndan geldi. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, 11 Ağustos'da Kabataş Erkek Lisesi'nde yaptığı konuşma ile yeni "İlköğretim Müfredatı"nı tanıttı. Medyada da geniş yer bulan, bir "paradigma" değişikliğini haber veren önemli bir girişimdi doğrusu....

Milli Eğitim Bakanı'nın enerjisini ve heyecanını takdir edenler arasındayım. Hüseyin Çelik, işin başından beri farklı bir milli eğitim bakanı olmaya çalışan birisi. Başında bulunduğu bakanlığa ne derece önemli görevler düştüğünün farkında olan bir siyasetçi. Rejimimizin başında bulunduğu bakanlığa bugüne kadar nasıl bir yatırım yaptığının da bilincinde görünüyor. Dolayısıyla işi çok zor, dileriz aklındaki iyi projeleri gerçekleştirebilsin...

Ancak eğitim-öğretim işleri kendi başına çok zor işler olduğu için, bu yola çıkmadan önce herşeyin mümkün olduğunca olması gerektiği gibi düşünülmesi, üzerinde çalışılması gerekiyor. Aslına bakacak olursanız, bu memleketteki "otoriter sistem"e "hoşçakal" denilmeden "Milli Eğitim" meselemizin rayına oturabileceğini ummak boş bir hayal. Eğitim-öğretim sistemini eskilerine kıyasla daha iyi "okul binaları"na, daha zengin "müfredatlar"a kavuşturmak yolundaki reformlar tabii ki küçümsenemez. Ancak unutmamak gerekir ki, bu ülkenin önünde "Newton'cu paradigma"dan çok önce aşması gereken başka "paradigmalar" var.

Belki dikkat etmişsinizdir; eğitim-öğretim meselesine "kötümser" bakanlar arasındayım. Üstüne üstlük bir de bizim "Milli Eğitimimiz" söz konusu olunca bu kötümserliğim haliyle daha da büyüyor. Söyler misiniz; Anayasa'nın "Dibacesi" öylece ortada dururken hangi müfredata umut bağlayabiliriz? Eğer modern eğitim-öğretim sisteminin amacı "okulun avlusu"nu dağıtmaktan geçiyorsa, sadece öğrencileri değil toplumun tamamını "avluya" kapatmayı amaç edinen bir anayasal sistem öylece ortada dururken neyi ne kadar umut edebiliriz? Eğitim-öğretim sisteminin bu derece büyük bir gücü yok ki... Siz bakmayın hemen her gün "Önümüzdeki dönemin belirleyicisi eğitim-öğretim sistemidir" diyerek dünyaya nizam vermeye çalışanlara... Bütün bu nutuklar sonunda birer "zügürt tesellisi"nden başka bir şey değil. Siz hiç bugüne kadar özellikle eğitim-öğretim sisteminin üzerinde yükselen bir ülke, bir medeniyet gördünüz mü? Tam tersine; birilerinin ısrarla savunduğu gibi eğitim-öğretim sistemi hâlâ büyük ölçüde "varolan"ın "yeniden üretimi"nin belki de en güçlü bir aygıtı olmayı sürdürüyor.

Yani bir bakıma "bileşik kaplar" durumu gibi bir şey... Ne kadar anayasal düzen, o kadar eğitim-öğretim sistemi... Yani toplum ya bütün kurumları ve değerleriyle hep beraber hür, ya da değil, arada bir duruma pek rastlanmıyor... Bakın bu durumun en iyi örneği son dönemin Fransa'sı değil mi? "Okul"u cumhuriyetin mabedi olarak gören bir sistem, iş "başkaları"nın oyuna dahil olmasına gelince "avlu"nun kapılarını nasıl da sıkı sıkıya kapıyor... İnsanı adam edecek tek yolun eğitim-öğretim olduğunu yüzyıllar boyunca tekrar etmiş bir sistem daha ilk karşılaşmada havlu atıyor...

Buraya kadar söylediklerimden Türkiye için, bir zamanlar totaliter sistemlere ilişkin olarak ileri sürülen (ve sonunda yanlış çıkan) "Hiçbir biçimde reforme edilemezler" benzeri haddinden fazla kötümser bir sonuç çıkarttığım sanılmasın. Bir kere Türkiye'deki sistemin "otoriter" niteliği tartışılamazsa da, sözü edilenlerden farklı olarak "totaliter" sıfatını taşımıyor. Ayrıca ülke AB süreci çerçevesinde önemli değişim-dönüşümün egzersizlerine de başlamış durumda. Ama sahip olduğu bütün bu görece olumlu yönlere rağmen, içinde yaşadığımız toplumun eskisinden bambaşka bir "müfredat"a kavuşmasına izin verecek bir açıklığa, bir "açık toplum" olma özelliğine kavuştuğu söylenebilir mi?

Yani hakkında çok söz edilen şu "paradigma" meselesi şöyle böyle değil, bayağı ciddi bir iş!

Bakın zaten bu konuda "kötümser" olmak zorunda bulunduğumuz, yeni "İlköğretim Müfredatı"nı tanıtan Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Prof. Ziya Selçuk'un bu çalışmaya başlarken kendilerinden yola çıktıklarını söylediği "ilkeler" arasında yer alan şu iki ilkeden de belli değil mi? Yani şu ilkeler:

"Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda Atatürk'ün çizdiği vizyonu esas almak," ve "Anayasal ve yasal çerçevede öngörülen insan yetiştirme modelini dikkate almak." (!)

Ne dersiniz, "kötümserlik" kaçınılmaz değil mi?! Çerçeve "bu çerçeve" kaldığı müddetçe farklı bir "müfredat" nasıl mümkün olabilir? Yanlış anlaşılmasın, önümüze getirilen "reform"un yazıcılarının iyi niyetinden kuşkum yok; işaret etmek istediğim asıl husus, işin tahmin edilenden de zor olduğu ve bu yolda atılacak ciddi adımlar için vaktin henüz erken olduğudur. Ben Hükümet'in yerinde olsam, reform çalışmalarına Milli Eğitim'den değil de, başında "milli" sıfatı bulunan başka kurumlardan başlardım! Haksız mıyım; onların görevleri arasında yeni "müfredat"ı izlemek de yok mu?!

Milli Eğitim meselesi herhalde bir iki yazıyı daha hakediyor...


22 Ağustos 2004
Pazar
 
KÜRŞAT BUMİN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED