|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
AB metinlerine bir de "Hazmetme" sözcüğü girdi çıktı. "Acaba AB ülkeleri, aday ülkeleri hazmetme kapasitesine sahip miydi?" Müzakereler ilerleyip de bitme noktasına geldiğinde karar vericiler oturup kendi "hazım kapasiteleri"ni tahlil edeceklerdi... Galiba ikinci taslakta yer aldı, üçüncüde çıktı. Ama AB çevrelerinin zihinlerinin bir yerinde durduğundan şüphe etmemek lazım. Çünkü 'Türkiye'yi nasıl hazmederiz?' sorusu öyle gelip geçici bir soru değil. İlginç bir durum bu. Bizde de bir tedirginlik var, acaba AB'ye girersek fazla hazma uğrar da kendi kendimizi kaybeder miyiz, sorusu zihinlerimizi meşgul ediyor. Kaybedecek bir şeyi kalmayanlar, yani yeterince hazmolmuş bulunanlar, diğer bir ifade ile 150 yıllık Batılılaşma sürecinde yeterince asimile olmuş olanlar, dert etmeyebilir ama, halkın bir kesiminde böyle bir kaybolma duygusu yaşandığı biliniyor. Gelin görün ki, biz onlardan korkuyoruz, onlar da bizden... Bakıyorlar, 40 yıldan beri Avrupa'da olan ilk kafilelerimiz hazmolmadan kalmışlar. Birinci nesilden zaten ümitleri yokmuş. İkinci nesle biraz nüfuz edebiliriz, diye düşünmüşler, "ama üçüncü nesil kesin bizimdir", diyorlarmış. Şimdi, üçüncü nesilde de dördüncü nesilde de, kendi kimliğini aramaya yönelik girişimler başlamış... İlkler "zelot"tu, yani içe kapanmış, kendini tecrit etmişlerdi. Dil bilmiyorlardı, öğrenmeye de kalkışmamışlardı, belki dışa açılmaktan korkmuşlardı. İkinci üçüncü nesilde ciddi fireler verdiler. Dördüncü nesilde de fireler var. Savruluş bir gerçek. Cezaevlerindekilerin çoğunluğunu Almanya'da Türk, Fransa'da Fas ve Cezayirli gençlerin oluşturduğu bir gerçek. Bunlar Müslüman aile çocukları. Batıllılaşmışlar, ama böyle çarpık batılılaşmışlar. Bu yönleriyle uyuşturucu - alkol bağımlısı, cinsel savruluşlar içindeki kökten Avrupalı gençlerden farkları yok. Acaba Avrupa Türkiye'nin 70 - 80 milyonluk nüfusunu hazmetme sorunu derken neyden korkuyor? Bu toplumun Müslüman kimliğinden mi? Yoksa bir ucu Avrupa'ya, hatta Avrupa'nın cezaevlerine de ulaşmış bulunan, kimlik açısından savrulmuş, değer bunalımı yaşayan kesimlerinden mi? Acaba Avrupa'ya, dünya ilimleri açısından eğitilmiş, İslam'ın evrensel değerlerini özümsemiş ve sağlıklı bir kişilik inşa etmiş gençlerimizi göndersek, Avrupa bunlardan da rahatsız olur muydu? Avrupa'da sırf Hristiyanlık sebebiyle Müslüman bir ülkeden rahatsızlık duyulduğu kanaatinde değilim. Elbet böyle çevreler var, ama Avrupa'da Hristiyanlık zaten önemli ölçüde zemin kaybetmiş. Kiliseler boşalmış, gençlerin dinle arasına mesafeler girmiş inanç boşluğu hakim karakter durumunda. Hem böyle bir değer boşalması ve beraberinde gelen savruluşlar, hem de genç nüfusun adeta kökünün kuruması, Avrupa'da belki de sağlıklı bir gençlik çizgisi arayışını gündeme getirecek. Belki de, derken, bu konunun AB Komisyonu'nun raporuna geçtiğini ve Türkiye'nin eğitilmiş genç nüfusunun Avrupa'nın yaşlanan nüfusunun ortaya çıkaracağı olumsuz gelişmeleri telafi etmek için pozitif etki yapacağının belirtildiğini not etmek gerekiyor. Yani Avrupa, eğitilmiş gençlerimizi bir anlamda geleceğini kurtaracak potansiyel olarak görüyor. Peki nasıl bir eğitim olsun bu? AB'nin öğrenci alışverişi yapma amacıyla düzenlediği Erasmus ve Sokrates gibi programlar var. Ama Türkiye'nin henüz bu konuda yeterince kafa yorduğunu söylemek zor. Eğitimin hali perişan. Eğitimle ilgili hemen her rapor, dünya ölçeğinde, çocuklarımızın acınası durumunu gözler önüne seriyor. AB'nin genç nüfus ihtiyacını karşılayacak bir gençlik profili! Türkiye bu profilin içini nasıl doldurmalı? Simav'da "AB ve Gençliğimiz" başlıklı bir konuşma yaptım. Şu anda bazı Avrupa ülkelerinde yaşayan gençlerimiz, yeni örgütlenmeler gerçekleştiriyorlar. Amaç, bir yandan kendi eğitim açıklarını kapatmak, bir yandan da değer bunalımına düşmeden, Avrupa'daki gençlik çürümesine maruz kalmadan, tecrit de olmadan bir hayat oluşturmak... Uyumsa Avrupa'ya değer taşıyan böyle bir uyum... Simav'da dedim ki: -Hace Ahmet Yesevi Asya'nın ortasında bir takım gençleri eğitti, yüreklerini İslam'ın insan sevgisi ile donattı ve Rumeli'ne gönderdi. Rumeli, bugünün Anadolu'su idi ve puta tapan ya da Hristiyan insanlarla doluydu. Yesevi'nin gönül ordusu, kılıç yapımı, nalbantlık, eyer ustalığı gibi o günün gözde mesleklerini, yani dünyevi işleri iyi yapmaktaydılar ve gönülleri yıkanmış, arınmış, adam gibi adamdılar. Geldiler, Anadolu'ya ışık taşıdılar. Anadolu onlardan sonra yepyeni bir yurt oldu. Eğer yüreğimize Ahmet Yesevi'nin yüklediği aşka benzer bir aşk yükleyebilirsek, dünyanın en riskli coğrafyalarına gider, oraya değer taşıyabiliriz. Korkmaya gerek yok. Etnoğrafik malzeme olmaya aday olanları ise herkes etnoğrafik malzeme olarak kullanır. Türkiye, Avrupa ile bütünleşsin bütünleşmesin, bu genç nüfusu yarının büyük gücüne dönüştürmek için bugünden bir tempolu koşu başlatmak gerekiyor. Biz hazır olursak yarın çağıracaklar. Hatta yalvararak çağıracaklar... Ne diyor bakın Almanya'nın eski, Hristiyan Demokrat Savunma Bakanı Ruhne: "Yakında nitelikli Türkler Almanya'ya gelsin diye yalvaracağız." Gunter Verheugen'in de buna benzer bir sözü vardı değil mi? Önümüzdeki 10 yılı tempolu bir eğitim koşusuna dönüştürebilirsek, onlar çağırdığında "Gelirim ama..." deme hakkına bile sahip olacağız.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |