|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
Epikür, insanın temel ihtiyaçlarını üçe ayırır: 1) Hem doğal, hem zorunlu olanlar ("yeme-içme, bürünme-barınma" gibi) 2) Doğal olup zorunlu olmayanlar ("cinsel doyum" gibi) 3) Ne doğal, ne de zorunlu olanlar ("zenginlik, şatafat ve gösteriş gereksinimleri" gibi) Bizim usûl âlimlerimizin sırasıyla "zaruriyât-haciyât-tahsiniyât" terimleriyle ifade etttikleri bu üç kategoriden üçüncüsü için Schopenhauer, "Karşılanması/doyurulması en güç olanı da bunlardır" der; zira insanın tahsiniyât alanındaki istek ve gereksinimlerinin sonu yoktur. Ne garip değil mi, insanoğlu temel ve zaruri ihtiyaçlarını karşılamadıkça 'nasıl' ve 'hangi' sorularını soramıyor. Meselâ yeme-içme ihtiyacı sorun olmaktan çıkmadığı sürece kişi yeme ve içmenin nasılını düşünemiyor; keza bürünme-barınma ihtiyacını karşılamadıkça, bürünmenin ve barınmanın nasılını soramıyor. Ancak aslî ihtiyaçlarını karşıladıktan sonradır ki ayrıntıları önemsiyor, seçenekler üretmeye ve ürettiği seçenekler üzerinde durmaya başlıyor, ihtiyaçlarını karşılamayı zevk ve beğeni konusu haline getirmeyi başarıyor. Kültür ve medeniyet de işte bu safhadan sonra oluşuyor. Yeme-içme, bürünme-barınma kültürü tahsiniyât düzeyine ulaştığında belirli bir topluluğa, belirli bir topluma özgü nitelikler kazanıyor ve 'medeniyet' işbu özgü(n)lüklerin toplamına deniyor. İnsan "düşünen canlı"dır. O halde sırf bir canlı (organizma) olması sebebiyle karşılaması gereken doğal ve zorunlu ihtiyaçları vardır. Maddesine mahkumdur; yemeksizin, içmeksizin, bürünüp barınmaksızın yaşamını sürdüremez. Özü gereği bu ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. 'Nasıl?' sorusunu soracak hale geldiğinde düşünen canlı'nın düşünen tarafı faaliyete geçer ve insan bu sefer suretinin gereklerini yerine getirmeye başlar. Evet, söylemekten niçin çekinelim, insan, maddesine bağlı olduğu gibi, suretine de bağlıdır. Ancak ilki (canlı tarafı) zorunlu eylemlerde bulunmasına yol açarken, ikincisi (düşünen tarafı) sadece iradî eylemlerde bulunmasını mümkün kılar ve insanoğlu iradesi sayesinde tercihlerde bulunur, anlam verir, içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırır. Bu anlamın, nesnesinde hakikaten varolup olmaması ise hiç önemli değildir. Çünkü anlam nesne ve olgulardan elde edilen değil, bilâkis nesne ve olgulara yüklenen bir 'şey'dir. İnsan özünün kendine sağladığı imkânlar aracılığıyla anlam'a ulaşır. Anlam'ı dışarıdan kazanmaz, kendisinden, kendi özünden üretir. Çevresine nisbeti olmayan bir özden değil, çevresine nisbeti olan, çevresiyle etkileşim içine giren, çevresiyle oluşan bir özden söz ediyoruz. Anlamın maddesini çevresinden, suretini (formunu) özünden alan "düşünen canlı" bu süreçte köklü duyguların sahibi olmakla kalmaz, çevrenini 'duygu' adı verilen karışımlarla örer, sıralar, düzenler, en nihayet duygularıyla (duygularının derinliği kadarıyla) çevreni(ni) anlamlandırır. Kültürlerin ve medeniyetlerin, insan topluluklarının ortak duygusal bileşenlerine özgü farklılıklar göstermesinin nedeni budur. Madde doğanın, suret zihnin, kültür ve medeniyet ise zihin ile doğanın mutabakatıyla oluşan duyguların eseridir. Bu bütünlüğün analizinin güç olması, duygusal karışımları dışarıdan bakmak suretiyle liflerine ayırmanın kendine özgü güçlüğünden kaynaklanır. Hani denir ya, "Yaşamak gerek!" diye, işte aynen öyle. Medeniyetlerarası farklılık, her medeniyetin mukavvim unsurlarının (duygusal bileşenlerinin) farklılığına dayanır. Sözgelimi Batı medeniyetinin doğa'yı ve insanı nasıl algıladığını, maddî ve manevî ihtiyaçlarını nasıl sıraladığını, düşünceleriyle davranışlarını nasıl düzenleyip terkib ettiğini merak eden kimse, aslında bu görünürdeki yapıyı çözümlemeye kalkışmakla Batı insanının duygusal bileşenlerini de liflerine ayırmış olur; yani hangi duygusal bileşenler onların insanı ve hayatı bu şekilde algılamalarına yol açtığı ve bu algı sebebiyle Batı insanının doğaya müdahalesinin niçin ve nasılı, ancak böyle bir analiz sayesinde anlaşılabilir. İnsanı "düşünen canlı" şeklinde tanımlayan kadim medeniyetler, yaşamın ve tabiatıyla yaşam bilgisinin (hikmetin), insanın özünü teşkil eden bu iki yetinin uyumlu hale getirilmesiyle son amacına ulaşabileceğini kabul ediyorlardı; zira bu iki yönün, bu iki vasfın uyum içerisinde olmasıyla sadece kültür ve medeniyeti mümkün kılan "soylu duygular" oluşmakla kalmıyor, aynı zamanda mülkün adalet üzre idaresi de mümkün hale geliyordu. Burada 'uyum' sözcüğünün 'itidal' anlamında kullanıldığını belirtmeliyim. İtidal 'adl' (adalet) kökünden gelir. Erdem (fazilet) ise düşünen canlı'nın tüm yetilerinin itidal/adl üzre (uyum içerisinde) olması demektir. İtidal'in niceliksel karşıtları ise ifrat ve tefrit; yani pozitif ve negatif aşırılıktır (=rezilet); her iki halde de denge'nin bozulmasıdır, vasatın dışına çıkılmasıdır. Tek tek erdemler, düşünen canlı'nın tek tek yetilerinin itidaliyle, yani ifrat ve tefritten uzak durulmasıyla kazanılırken, tamamının itidal üzre olmasıyla da ADALET hasıl olur. Adalet ise mülkün temelidir, egemenliği meşrû kılan esastır. Adalet olmaksızın egemenlik süreklilik kazanamaz; hayatın ve insanın doğasına aykırılığı nedeniyle kazanamaz. ABD'nin egemenliği meşruiyetini adaletten/uyumdan almıyor; zira bu medeniyetin önderleri -tıpkı selefleri gibi- yaşam bilgisini ancak soylu duyguların mümkün kıldığı uyum ve ahenge, itidal ve adalete dayandırmayı beceremiyorlar. Üstüne üstlük güçlü olmayı haklı (âdil) olmak için yeterli sayıyorlar. Burada asıl umut kırıcı olan, mazlumların dahi adalet değil, refah ve saadet talep etmeleri. Modernitenin en irkiltici tarafı da bu değil mi zaten: zalim ile mazlumun aynı tarafta yeralmasını sağlamak.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |