T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
Y A Z A R L A R 3 ARALIK 2005 CUMARTESİ
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  Hayat
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv
Yasin AKTAY

Ben hep buradaydım

Yeni Şafak'taki ilk yazım bir konferans dolayısıyla yurtdışında bulunduğum esnada yayımlandı. Gazetede, yazmaya başlayacağıma dair anonslar yapıldığını bir e-mail ile öğrendiğimde konferansın telaşesi içindeydim. Kısa süreli de olsa Türkiye'nin gündemiyle doğrudan ilgili değildim. Söze nereden başlayacağım konusunda bir tereddüt geçirdim, yine de bir gündem konusuyla medyanın süregiden akışına dahil olmayı denedim. Böylece sessiz sedasız, söyleme dahil olacak, kimseye çaktırmadan kuruluşundan bugüne kadar okuyucuları arasında yer aldığım gazetenin yazarları arasına karışmış olacaktım.

Daha önce başlamış, devam etmekte olan sohbet meclislerine dahil olmanın âdâbının bu olduğunu düşünürüm. Hani bütün gözlerin siz içeri girer girmez üzerinize çevrilmesinden rahatsız olursunuz ya. Konuşmaları bölmeden, sessiz sedasız bir köşeye çekilip bir süre sonra sohbete usul usul katılmak, gerekirse ileriki aşamalarda herkesle teker teker merhabalaşmak.

İlk yazımda selamlama faslını atlamam bu yüzden. Zamanla aldığım mesajların bir kısmı beni enselenmişlik hissine kaptırdı. Biraz da dostların uyarısı bir giriş selamı borcumu geç de olsa eda etmeye davet ediyor beni. Bir selam -Yeni Şafak'ın hem her zaman büyük ilgi ve heyecanla okuduğum bütün yazarlarına hem de yurt içinden veya yurt dışından gazeteyi takip etmekte olan seçkin okuyucularına.

Akademik dünyanın kendine özgü ilgi ve bakışını, günlük bir gazetenin olayları takip temposuna uyarlamak tecrübesi benim için de yeni bir şey olacak. Aslında akademisyenlik, özellikle sosyal bilimler alanında, kendi köşesine çekilip sadece kendi meslekleriyle ilgilenenlerin, kendi mesleklerinde de başarılı olma şansını yakalayamadıkları bir uğraş. Kendi teorik dünyasında boğuşup dururken hayatı ıskalamak sosyal bilimcilerin sıkça içine düştükleri bir durumdur. Bir sır varsa bu işin olurunda, yolu sizi hayatla irtibatlandırabilecek vesilelere açık olmaktan geçer.

Yeni Şafak bir kaç yıl farkla benim akademik hayatımla yaşıt sayılabilir. Sessiz sedasız yazarları arasına karışmayı biraz da bundan dolayı zor görmedim. Okuyucularıyla yazarlarının bu kadar yakın, samimi ve interaktif bir ilişki içinde olduğu çok az gazetenin olabileceğini sanıyorum. O yüzden ben aslında biraz da "hep buradaydım".

Yine de günlük bir gazetede fıkralar yazmak benim için yeni bir tecrübe. Yıllardır hiçbir zaman uzunluk sınırlaması altında kalmaksızın çok uzun soluklu yazılar yazmaya alışmış biri olarak ilk alışılması gereken şey kısa yazılar yazmak, ne anlatılacaksa bunu 3500 vuruş içinde ifade etmek olacaktı. Sonra ne anlatılacaksa anlatılsın bunu bir de her seviyede insanın okuyacağını göz önünde bulundurarak anlatmak, yine de söylenmesi gerekenden feragat etmemek gerek (Benden uzun cümleler okumaya alışkın arkadaşlar kısa cümle işini biraz abarttığımı bile söylüyorlar).

Serde yorumsamacılık da var ya. Bunun adı, yazdıklarınızı, yazmayı düşündüklerinizi kendi içinde birkaç kademe birden tercüme ederek ulaştırmaktır okuyucuya. Üstelik okuyucu homojen değil. Talepleri ve yazardan beklentileri aynı değil. Yaptığınız çeviri herkesin zihnindeki anlam ufkuna aynı şekilde tekabül etmiyor. Yine de bunu denemek zorundasınız. Düşüncenin çeviriden başka türlü dolaşımı sözkonusu değil çünkü.

Kendi düşüncelerini bir çeviri aracılığı olmaksızın olduğu gibi başkalarına aktarabileceğini düşünmekte bir tür kibirlenme vardır. Zaten ne anlatırsanız, söyledikleriniz karşıdakinin anladığı kadardır. Söylediğimizin kimde nasıl bir karşılık bulacağının hiç bir garantisi yok. Belki birimizde kırık bir jetonun yarısı olacak, birbirimizi dinlerken elimizdeki yarım jetonun diğer yarısını bulduğumuzu hissedeceğizdir. İnsanların birbirini anlamaları böyle oluyor galiba. Herkesin elinde diğer yarısını aradığı bir yarım jeton oluyor. Diğer yarısını kimde ve nerede bulup tamamlayacağı hiç belli olmaz.. Kayıp parçamızı bulup tamamlama ânına mı "jeton düştü" diyoruz, yoksa?.

Her çeviri bir tahriftir derler. İnsanın kendi meramını "başka bir ifadeyle" dile getirmesi hangi anlamın tahrifidir acaba?


Geri dön   Yazdır   Yukarı


ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Aktüel | Spor | Yazarlar
Televizyon | Sağlık | Bilişim | Dizi | Künye | Arşiv | Bize Yazın
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi