AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Bugünkü Yeni Şafak
Y A Z A R L A R
Bu 'müfredat' da olmamış

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik:

"Öğrenciler camilere götürülecek, abdest alınacak... Bunlar öğretmenin ne yapabileceğini anlatan bir cümledir. Bu bir mecburiyet değildir. Ama önemli olan sizin ne dediğiniz değil, iletişimde karşı tarafın ne anladığıdır. Bu meseleye ben de muttali olduğum zaman arkadaşlarıma dedim ki 'Bunları çıkarın'. Talim ve Terbiye Kurulu çıkardı."

Mesele anlaşılmıştır mutlaka. Çelik, Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB) ortaöğretimde gelecek yıl uygulanacak "Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi" müfredatında yer alan bazı uygulamalardan vazgeçtiklerini açıklıyor.

Biliyorsunuz; ülkenin gündeminden hiç mi hiç düşmeyen konulardan birisi de bu dersin müfredatıdır. Bu işte de bugüne kadar uzlaşamadık. Bu derse yönelik ne zaman yeni bir müfradat hazırlansa, çetin bir tartışmadır başlıyor...

Bunun niçin böyle olduğunu tekrar hatırlatacak değilim. Ancak şu kadarını söylemeden geçmeyelim yine de: Bu konudaki tartışmanın da sonu gelmiyor, çünkü "genel çerçeve" çözüm için hiç mi hiç uygun değildir.

Söz konusu müfredatı epeyce inceledim sayılır. Tabii ki gazetelerde çıkan haberlerle yetinmeyip, MEB'in internet sitesinden koca bir kitap kalındığındaki müfredatı indirip okuyarak...

İsterseniz, işin ayrıntısına girmeden fikrimi söyleyeyim: Olmamış!

Olmamış, çünkü bu müfradatın hazırlanmasıyla ilgili olarak -herşeyden önce- bir "kurnazlık" kokusu aldım ben...

Şimdi söyleyeceklerim de belki içinizden bazılarınız için "uygunsuz" kaçabilir. Ama ben yine de söyleyeceğim.

Yazarımız "Sami Hocaoğlu" da geçenlerde bu konuyu işledi. "Bu millet size dinin ölüsünü öptürmez" başlıklı yazısında şu haklı tespitleri yaptı:

"Aslında baştan beri böyle olması gerekirdi. Din sadece sıralarda öğretilen, kitaplarda okunan soyut ve teorik bir şey değil ki. Din özü itibariyle pratiktir, hayata mütealliktir. Zaten hayata müteallik olmayan bir dinin yeri müzelerdir. Çünkü o artık ölü bir 'din'dir. Olsa olsa 'dinler tarihi'nin konusu olabilir."

Hocaoğlu, bu tespitinde tabii ki yerden göğe kadar haklıydı. Ancak keşke, "Aslında baştan beri böyle olması gerekirdi" şeklindeki ilk cümlesi okullarda öğretilen "Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi"ne de işaret etmeseydi.

Hocaoğlu, bu çerçevede "dindar olmayan ailelerin" Müslüman çocuklarının "dahi" dinin pratiğine ilişkin temel bilgilerin eksikliğini nasıl duyduklarına da güzel anlatmış. Bu kişilerin "Görmemiş namaza durmuş..." türünden alaycı bakışlarla karşılaşmamaları ya da "Bu adamı rezil etmek için bir abdestlik sınav yeterdi her halde" sözüne konu olan sınavlardan çakmamaları için (isteyene) az da olsa temel bilgilerin verilmesi gerektiği üzerinde ısrarı da haklı ve güzel...

Ama bu iş nasıl gerçekleştirilecek? Zaten altından kalkamadığımız soru da bu değil mi zaten...

Söylediğim gibi, Hocaoğlu (keşke) bu temel bilgilerin aktarılacağı alanlar içinde "Din kültürü ve ahlak bilgisi dersi"ni de işaret etmeseydi...

Yeni müfredat olmamış, çünkü -müfredat bütün dinlere eşit mesafede durduğunu ne kadar sıklıkla belirtse de- bu müfredat (kendimizi aldatmanın âlemi yok) bütününde bir İslam İlmihâline dönüşmüş. Tamam sergilenen gayret müthiş; pedagojinin hemen bütün kavramları işe sokulup müfredata "bilimsel" bir hava verilmeye çalışılmış ama sonuç dediğim gibi yine de...

Hemen hiçbir din unutulmamış ama sonuç yine dediğim gibi.... Başka türlüsü mümkün mü zaten? İki ilahiyat profesörünün nezaretinde birkaç din ve ahlak hocasına başvurularak hazırlanan bir müfredatın başka türlü sonuçlanması mümkün mü zaten?

Müfredata biraz daha yakından gözatmayı (gelecek yazıda) ihmal etmeyeceğiz. Ama isterseniz bugünlük şöyle küçük bir eleştiri ile yetinelim:

Müfredatın üç dinin (İslam, Hırıstiyanlık, Yahudilik) karşılaştırılmasına ayrılan bölümlerindeki tespitler yapılırken bir rahibe ya da hahama (ya da bu dinlerin ilahiyatçılarına) danışıldı mı acaba?

"Dalga mı geçiyorsun?" dediğinizi duyar gibiyim....

Hadi bundan da vazgeçtik diyelim ve ikinci bir soruya cevap arayalım:

Müfredatın "Alevilik-Bektaşilik" ile ilgili bölümleri kaleme alınırken Alevi ya da Bektaşi dedelerine danışıldı mı acaba?

"Yok bir de danışılacaktı?" dediğinizi duyar gibiyim...

Bakın, daha işin başından, yani müfredatı kaleme alan "yazı kurulu"nun kompozisyonundan itibaren "tartışma" başlamış durumda...

Madem öyle, şimdi de üzerinde hep birlikte düşünelim diye ortaya şu soruyu atayım:

Müslümanlar, dinlerinin tarifini-özelliklerini-değerini- anlamını bir Hırıstiyan ya da Yahudi din adamından ya da ilahiyatçıdan dinlemek-öğrenmek isterler mi?

"Tabii ki, ne gibi bir mahzuru var!" diyorsanız, bu müfredat iyidir.... O zaman gelecek yılı bile beklemeden hemen öğretimine-eğitimine geçebiliriz...


11 Haziran 2005
Cumartesi
 
KÜRŞAT BUMİN


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu
Online İlan

ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED