T Ü R K İ Y E ' N İ N B İ R İ K İ M İ |
||
Y A Z A R L A R | 5 MART 2006 PAZAR | ||
|
Belkıs İbrahimhakkıoğlu sağ olsun, Türk Edebiyatı dergisinin son beş sayısını bir arada gönderme nezaketinde bulundu. Derginin yeni bir biçim aldığını işitiyordum, ancak görmemiştim. Beşir Ayvazoğlu'nun katkısı kendini gösteriyor. Belkıs hanım üç hafta kadar önce genç öykücü Melek Paşalı ile Ankara'ya geldiğinde onlarla tanışma ve birkaç saat birlikte olma fırsatını yakalamıştık. Vedalaşırken Belkıs hanım dergiyi göndereceğini söylemişti. Ancak bu tür sözlere kanıksadığım için doğrusu bu sözün yerine getirileceğine ihtimal vermiyordum. Ancak yanılgım ortaya çıktı. Türk Edebiyatı dergisini böylece tanımış oldum. Her sayısı ilgi çekici dosyalar içeriyor. Ben, sonuncusundan başladım. Konusu "Edebiyatımızın Ev Hali" olan Şubat 2006 tarihli 388. sayısından... Bu sayıda ev üzerine hepsi birbirinden ilginç yazılar yer alıyor. Şimdilik yalnızca Belkıs İbrahimhakkıoğlu'nun merhum Ahmet Kabaklı hocanın ev haliyle ilgili "Hoca'nın Ev İçi Fotoğrafları" başlıklı yazısını okudum. Yazı, benim, kendi evlerimle olan izlenimlerimi ve anılarımı depreştirerek onları dile getirmeye götürdü. Ben kendimi, aslında bir ev ve aile yazarı olarak görüyorum. Kasabaya meftun olduğumu düşünüyorum. Ancak bu tutkunluk, esef etmek gerekir mi bilemiyorum, yalnızca düşünsel düzlemde kalıyor. Ben kasabayı, içinde yaşamaktan çok, onun üzerine düşünmeyi seviyorum. Küçük kentlere de, çoğu kez kasaba diyorum. Örneğin Maraş, hele de bizim çocukluğumuzun Maraş'ı benim gözümde hep bir kasaba olmuştur. Çok sonraları gelip gördüğüm ve bir kez gördükten sonra da, talihin bir cilvesiyle bir türlü terk etme imkânını yakalayamadığım Ankara da gözümde kasaba hüviyetini saklamıştır. Azman, azgın bir kasaba... İstanbul'da oturduğum sıralarda, ki ben on yıl boyunca baba ocağımız olan Eyüp'ün dışında ikamet etmedim, orada, Eyüp'te kendimi daima bir kasabada oturuyormuşum gibi duyumsadım. Maraş'ta olsun, Eyüp'te olsun, bir dönem Malatya'da olsun, gerek ev içimiz, gerekse çevremiz hep oranın yerli insanlarından oluştu, onların yerel kültürüyle içli dışlı olduk. Kendimce, en iyi bildiğimi söyleyebileceğim yerler, bu evler ile bu evlerin çevresi, oranın insanları olmuştur diyebilirim. Oraların insan sıcaklığını kendi içimde duyumsarım, oraların soluğunu alırım, oraları yaşarım. Ahmet Muhip Dranas'ın Fahriye Abla şiirinde dile getirdiği, akşamları o yanık yağ ve kavrulmuş soğan kokan sokaklar benim yabancım değildir. O evler, o evlerin avluları, onların sokakla bir arada oluşu, sokağa doğru açık bırakılmış kapılar, birbirine "huuu!" diye seslenen komşu kadınlar.. onların ekmek pişirirken, çamaşır yıkarken, yıllık zahirelerini hazırlarlarkenki imece usulü çalışmaları, bu imrenilesi dayanışma.. bu dayanışmanın tam da ortasında birbirini çekiştirmeleri.. bütün bunlar benim yabancım değildir. Cam silerken, bir yandan da karşı komşuya laf yetiştirmeye çalışan ablaları nasıl unutabilirim? Avluları birbirinden yarım duvarlarla ayrılmış komşuların, duvarın biri bir yanında öbürü öbür yanda, fısıldaşarak, elleriyle ağızlarını kapatmaya çalışarak ve yeri geldiğinde gülmeye dayanamayıp puskurarak yeni gelinleri çekiştirmeleri, onların dedikodusunu yapmaları, unutulacak tablolardan mıdır? Evi konu edinen bir derginin beni götürdüğü yerleri görüyorsunuz. Ama bitmedi.. gelecek yazıda konuyu sürdüreceğim.
|
|
Ana Sayfa |
Gündem |
Politika |
Ekonomi |
Dünya |
Aktüel |
Spor |
Yazarlar Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın |
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi |