T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 24 OCAK 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Bugünkü Yeni Şafak
 
  657'liler Ailesi
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Nar-ı Beyza
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye
 
  Arşiv

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


İSLAMÎ SÖYLEMLER VE FARKLI VİZYONLAR

  • PROF. DR. ALBDÜLVEHAP EL-MESSİRİ
    Mevcut İslâmî söylemler, üç ana başlık altında şöyle tasnif edebilir:

    1-POPÜLİST KURTULUŞÇU "MESİHÇİ" SÖYLEM.

    Bu, modernleşme, sekülerleşme ve küreselleşme süreçlerinin, kendilerine hiçbir hayrı olmadığını düşünen, gerçek bir yenilik (reform) getirmediği tarihsel tecrübe ile sınanan ve Müslüman kitlelerin kahir ekseriyetinin benimsediği söylemdir. Bu söylemi benimseyenler, İslâm ümmetinin dînî ve kültürel mîrasının onarılmasını ve Batılı yeni-sömürgeci hegemonyaya karşı çıkılmasını istiyorlar. Değişim ve kurtuluş çığlıkları atmalarına rağmen, bu kitleler, yeni fikirler geliştirebilme veya sosyal ya da siyasî hareketler gerçekleştirebilme becerisine sahip değiller. Ya ferdî yardımlarla ya da cami, hastane, okul yapımı ve fakirlere sıcak yemek temini gibi sosyal işlerle ilgileniyorlar.

    Bu söylem, kendini, genellikle gelişigüzel şekillerde, zaman zaman da sert protesto eylemleriyle ifade eder; ama esas itibariyle pasifisttir; genelde yoksul ve marjinal kesimlerin; ama zaman zamansa, toplumda, dînî ve kültürel miraslarını yeniden keşfetmek isteyen ve bu mirasın kaybının, yeniden inşa etmeye çalıştıkları kimliklerinin de kaybı anlamına geleceğini düşünen bazı elitlerin söylemidir.

    2. SİYASÎ SÖYLEM

    Ümmet sürecine yardım edecek İslâmî bir aksiyon ihtiyacının şuurunda olan orta sınıflara mensup meslek sahibi, akademisyen, öğrenci ve işadamlarının benimsedikleri bir söylemdir.

    Bu insanlar, siyasî aksiyonu, hedeflerine ulaşmanın yegane aracı olarak gören, bunun için şiddete başvurmayan siyasî kurumlar kuran veya bu kurumlara katılan ve buradan gençlik ve eğitim kurumları inşâ eden insanlardır. Bunlar, çoklukla, mevcut meşrû siyasî kanallarla söylemlerini eyleme dökmeye çalışırlar.

    3. ENTELEKTÜEL SÖYLEM

    Daha çok teorik ve fikrî meselelerle ilgilenen bu söylem, akademisyenler ve aydınlar arasında yaygındır; kitleler üzerinde, daha çok, kitlelerin entelektüel arenada seslerini duyurma ve aydınların rehberliğine ihtiyaç hissettikleri zaman etkilidir.

    Bu basit tasnif, bu üç ana söylemin birbirlerinden bütünüyle kopuk oldukları anlamına gelmiyor. Gerçekte, popülist ve siyasî söylemlerin zaman zaman iç içe geçmeleri sözkonusudur. Aynı şey siyasî ve entelektüel söylemler için de geçerlidir. Ama bu üç söylem, aynı ortak temeli ve aynı referans çerçevesini paylaşırlar.

    Bu eşzamanlı tasnifin yanı sıra bir de kronolojik tasnif yapabiliriz.

    1.-GELENEKSEL İSLAMÎ SÖYLEM

    Bu söylem, sömürgecilerin İslâm dünyasını işgal etmeleri üzerine doğrudan ve ânında bir tepki olarak doğdu ve 1960'ların ortalarına kadar hâkim oldu.

    2.-YENİ İSLAMÎ SÖYLEM

    Bu söylem, başlangıçta belirsiz ve marjinalken, 1960'ların ortalarından itibaren daha belirgin bir şekil almaya başladı ve zamanla merkezî bir konuma yerleşti.

    Her iki söylem de, sömürgecilik, modernleşme ve bağımsızlık-sonrası dönemde ortaya çıkan meydan okumalara İslâmî cevaplar üretme kaygısı güder. Ancak bu iki söylem arasında, birbiriyle irtibatlı iki faktörden kaynaklanan köklü ayırım noktaları vardır: Birincisi, Batı modernliğine tepkiler bakımından. İkincisi de, her bir söylemin ve bakış'ın geliştirdiği kapsama alanı açısından.

    Bu yazıda, yeni İslâmî söylemin öne çıkan bazı özellikleri ve vaatlerini tartışacağım. Her entelektüel veya siyasî söylem, zaman zaman, kendisini öz-eleştiriye tabi tutmak, yeni açılımlar yapabilmek amacıyla performansını gözden geçirmek, daha kapsamlı ve tutarlı bir sistem geliştirebilmek ve sonra da gelecekte alacağı yolun haritasını çıkarmak için durup kendine bakmak zorundadır.

    İlk Müslüman ıslahatçılar (reformcular) kuşağının, Batılı kültürel oluşumlarla, pek çok açıdan şimdikinden oldukça farklı bir tarihsel dönemde temasa geçtiklerini hatırlatmak gerekiyor. Modern Batılı kültürel oluşumun temelini oluşturan seküler paradigma, modern Batılı insanın şuurunda merkezî bir yer işgal etmiş ve kâinât / âlem tasavvurunu belirlemiştir.

    Bu noktada, sekülarizmi, sabitleşmiş, statik bir paradigma olarak değil, dinamik ve gelişen bir süreç olarak kavramsallaştırmanın yararlı olacağını düşünüyorum. 19. yüzyılın sonlarında, sekülerleşme süreci henüz bugünkü kadar her yere ve her şeye her bakımdan nüfûz edebilmiş değildi. İnsanın özel hayatına ve kamusal hayatının pek çok yönüne, sekülerleşme süreci henüz tam olarak girememişti.

    Başka bir deyişle, Batılı insan, yalnızca kamusal hayatının bazı bölmelerinde sekülerleşmişti. Ama özel hayatında ve sosyal kamusal hayatının bazı bölümlerinde, Hıristiyan ahlâkından ve ahlâk kurallarından neşet eden moral ve insanî değerlere bağımlıydı. Eski [geleneksel] İslâmî söylemin taşıyıcıları olan ilk İslâmcı reformcular kuşağı, bu modern kültürel oluşumla yüzleştiklerinde, o vakitler, Batı uygarlığının topyekûn sekülarizmiyle değil, kısmî sekûlarizmiyle ilişkiye geçmişlerdi. Kısmî sekülarizm, ahlâkî düzlemde, değerlerin geçerliliğini ve önemini; (bilgi anlayışının kaynağı olan) epistemolojik düzlemde bütünlük fikrini, her şeye rağmen, kabul eder.

    Oysa topyekûn sekülarizm, hem bunların tümünü, hem de aşkın (kutsal) fikrini inkâr eder. Batı modernliğinin, negatif pek çok yönü, sonradan "en belirgin özelliği" hâline gelmiştir; ki bunlar, gerçek hayatla ilişkisi bakımından marjinal durumlardır. Dahası, modernlik ve Aydınlanma konusunda geliştirilen Batılıların eleştirileri, muhalif sesler, sürgit daha da güçlenmesine rağmen, o vakitler, henüz tam olarak kıvamını bulmamıştı. Sözgelişi, Batılı romantik akım ve edebiyat, esas itibariyle, Batı modernliğinin anti-humanist yönlerine karşı geliştirilen bir protesto hareketiydi. Edmund Burke gibi bazı muhafazakâr Batılı düşünürlerin yazıları, sonraları Batılı söylemlerce geliştirilen modernlik eleştirileri temalarına atıf yapan sorunları içerir. Gerek teorik düzlemde, gerekse pratik düzlemde olsun, Batı uygarlığının özellikle sürgit artan bir şekilde kentleşen kapitalist model nedeniyle geldiği bu nokta, Batı uygarlığını gözlemleyenlerin ya da inceleyenlerin henüz tam olarak göremedikleri bir noktaydı.

    YENİ İSLAMÎ SÖYLEM'İN OLUŞUMU VE VAATLERİ

    Oysa, yeni İslâmî söylemin temsilcileri için durum oldukça farklı bir görünüm arzediyor. Bu kişilerin çoğu, entellektüel oluşum ve gelişimlerini 1950'lerde tamamlamışlar ve modern Batı uygarlığıyla ilk kez 1960'larda ve 1970'lerde karşılaşmış ve tanışmışlardı. Bu, Batı modernliğinin kriz evresine girdiği ve pek çok Batılı düşünürün Batı modernliğinin ulaştığı kriz ve donma noktasını henüz fark etmeye başladıkları bir zaman dilimiydi.

    Yeni İslâmî söylemin temsilcileri, daha başlangıçtan itibaren, Batı modernliğinin karanlık yönlerini görmeyi başarmışlardı: Mesela, Batı Modernliği, bütün dünyayı, Batılı güçler arasında yaşanan iki büyük savaşın eşiğine fırlatmıştı. (Tüm dünya, çatışma arenasının ortasına itildiği için bu savaşlar, Dünya Savaşları olarak adlandırılır). Modernliğin, dînî [mezhebî] hassasiyetler tarafından kışkırtılan Avrupa tarihi boyunca süregelen şiddet ve çatışmaları durdurma vaadi gerçekleşmemişti: Modern seküler rejimlerin, önceden tahayyül edilmesi bile imkânsız olan ve önceki dönemlerdekilerden çok daha kötü ve profesyonel yollarla ürkütücü soykırımlar ve katliamlar gerçekleştirebileceği görülmüştü. Sadece Kilise değil, Akıl da kendine özgü ürkütücü cinayetler işleyebiliyordu. Sözde "barış zamanında bile, dünya, çılgınca bir silahlanma yarışının eşiğine sürüklenmişti. Her geçen gün daha otoriter ve güçlü görünümler alan merkezîleşmiş ulus-devlet, insan hayatının en özel bölgelerini bile "işgal etmiş" ve geliştirdiği sofistike güvenlik ve eğitim aygıtlarıyla yurttaşlarına "rehberlik etmeye" [yönlendirici müdahalelerde bulunmaya] başlamıştı.

    Batı modernliğinin bir diğer yan ürünü olan medya, yurttaşların özel hayatlarına derinlemesine nüfûz etmiş, standartlaşma sürecini hızlandırmış ve tüketim çılgınlığını alabildiğine tırmandırmıştır. Bu arada, eğlence söktörü, kitlelerin rüyalarını bile kontrol edecek kadar güçlenmiş, kitlelere seküler ve erotik ütopyalar, hatta doğrudan pornografi satar hâle gelmiştir.

    Bir sosyal kurum olarak aile, aile yapısını ve kurumunu çökerten bu tür gelişmeler karşısında varlığını sürdürmekte bir hayli zorlanmaya başlamış ve bütün bunların sonucu olarak, Batı toplumlarındaki boşanma oranları, tarihte daha önce hiçbir dönemde görülmediği kadar artmış ve kontrolden çıkmıştır. Anlam krizi, epistemolojik kriz, anomi, yabancılaşma ve şeyleşme, artık hayata damgasını vurmaya başlamıştır.

    Liberal kapitalist proje, gözkamaştırıcı bir başarı öyküsü olamazken, sosyalist proje, çökmüş; saygınlığını ve cazibesini büsbütün yitirmiştir. Faşizm, Nazizm, Siyonizm ve Yapısalcılık gibi anti-humanist eğilimler, zuhûr etmiş ve geç modern durumda zirve noktaya ulaşmıştır.

    --------------

    Dr. Albdülvehap El-Messiri, Kahire'deki Ayn Şems Üniversitesi'nden emekli İngiliz Edebiyatı profesörüdür.

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi