T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Vahiy, kurucu ve kuşatıcı; sekülerlik, yıkıcı ve parçalayıcıdır

Her şeyin küre sathında cereyân ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Her şeyin birbirinin içine geçtiği, birbirine karıştığı bir dünya bu. Dünyada olup bitenleri izleyebiliyor olmamız, her şeyi daha iyi anladığımız anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu durum, kafamızın daha fazla karışmasına yol açıyor.

O halde, olup biten şeyleri daha iyi anlayabilmemiz ve anlamlandırabilmemizin en önemli yollarından biri şu: İnsanlık tarihini, medeniyetler tarihini, dinler, kültürler ve düşünce tarihini; kısacası insanlığın varoluş hikâyesini bir bütün olarak kavramak.

Bugün yaşadığımız sorunları hal yoluna koyabilmek için, bu sorunların düşünsel ve kültürel kökenlerini küresel düzlemlerde araştırmamız gerekiyor. İşte böylesi bir çabadan sonra, müslümanların dünyaya neden esaslı şeyler söyleyebilecek durumda olduklarını çok daha net bir şekilde görebilmemiz imkân dâhiline girmiş olacak.

Tarih boyunca üç farklı din'le karşılaşıyoruz: Birincisi, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm gibi vahyî dinler. İkincisi, Budizm, Konfüçyanizm, Taoizm ve Hinduizm gibi hikmet dinleri. Üçüncüsü ise pagan dinler.

Öte yandan medeniyetler tarihinde üç farklı toplum türü ile karşılaşıyoruz: Birincisi, mabed toplumları: İlk toplumlar bu toplumlar. Mısır'dan Mezopotomya'ya, Asya'dan Afrika'ya ve Amerika kıtalarına kadar tüm dünyada mabed toplumları hâkim.

İkinci toplum yapısı ise, saray toplumları: Saray toplumları, M. Ö. 4 bin'li yıllarda Girit'te ortaya çıkıyor: Girit'teki Minos Medeniyeti ile birlikte zirvesine ulaşıyor; Mikenlerle birlikte ise zıvanadan çıkıyor: M. Ö. 1200-800'lü yıllar arasında, "karanlık çağ" olarak adlandırılan korkunç bir dönem yaşanıyor. (M. S. 800-1200'lü yıllar Avrupalılar için yine Ortaçağ Karanlığı olarak adlandırılan bir "karanlık çağ" olarak tezâhür ediyor; bu yıllar İslâm tarihinde ise "altın çağ" diyebileceğimiz bir açılım ve atılım dönemidir.)

Üçüncü toplum tipi ise önce Mezopotamya'da ortaya çıkan ve sonra İtalya, Yunan anakarası ve İyonya'ya / Batı Anadolu'ya damgasını vuran koloniler şeklinde tezâhür eden şehir toplumları. Minoslar ve Mikenlerdeki saray toplum yapısının seküler özellikleri özellikle Yunan / Helen, Roma, Avrupa ve Amerika medeniyetlerine tevârüs ediyor. Öyle ki, katedraller bile, taşın / taşlaşmanın hakim olduğu ruh/suzluğ/u devam ettirecek bir mimari tarzdan kendilerini kurtaramıyorlar. Minoslarda başlayan "saray toplumu" tipinin seküler, bu dünyayı mutlaklaştırıcı ve insanı hiçe sayan taşlaşmış zirvesine bugün Amerika'da çıktığına tanık oluyoruz.

Mabed toplumlarında, vahyî dinlerle, hikmet dinleri hakim. Avrupa dışındaki pagan toplumlarda, hayatın merkezinde büyük mabedler de, saraylar da yok.

Avrupa tarihi; saray, mabed ve pagan toplumlarının varolduğu bir tarih. Ama dominant olarak, saray toplumları ile pagan toplumların özellikleri hâkim Avrupa toplumlarına. Ayrıca Avrupa'daki paganlarla; Afrika, Amerika ve kısmen de Asya'daki pagan toplumları birbirinden ayıran çok önemli bir fark var: Avrupa'daki pagan toplumlar, büyük ölçüde barbarlardan oluşuyor.

İşte Avrupa barbalığı ve paganizmi, Avrupa'da vahyî Hıristiyanlığın köksalmasına izin vermiyor. Daha ilk yüzyılda Hıristiyanlık, vahiyle ilişkilerini yitiriyor.

Bir başka nokta da şu: İslâm'la diğer hikmet dinlerinin (Budizm, Hinduizm ve Konfüçyanizm'in) ilişkileri, savaşa değil, daha çok barışa dayalı ilişkiler şeklinde tezâhür ediyor. Ama İslâm'la Avrupalılar arasındaki ilişkilere savaşlar damgasını vuruyor. Bunun nedeni Avrupalıların Hıristiyanlığın vahiyle ilişkisini koparmalarıdır. Eğer Hıristiyanlık, vahiyle ilişkisini koparmamış olsaydı, İslâm'la savaşa dayalı ilişkiler kurma yoluna gitmeyecekti.

Ayrıca Avrupa paganizminin barbar özellikler taşıması, Avrupalıların Hıristiyanlıkla tanıştıktan sonra bile bu barbar özelliklerini -biraz daha sofistike şekiller kazanarak da olsa- sürdürmelerini sağlıyor. Avrupalıların, dünyanın coğrafî olarak % 80'ini sömürgeleştirmelerinin nedeni de, bugün Batılıların tüm dünyanın kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya kalkışmalarının nedeni de burada gizlidir: Batılıların pagan ve barbar tarihleri, onların sekülerliği, dolayısıyla bu dünyayı ve insanı mutlaklaştırmalarına zemin hazırlamış, sonuçta insan, hayatın merkezine yerleştirilmiş, Batılı insanın güç, iktidar, arzu, haz ve çıkar kavramları doğrultusunda dünyaya hâkim olma güdülerini geliştirmiştir.

Hal böyle olunca, dünyada adalet de, barış da, kardeşlik de, yardımlaşma da tehlikeye girebilmekte ve Batılılar son derece ayartıcı, baştan çıkarıcı, göz kamaştırıcı yöntemlerle dünyayı, insanlığı ve dünyanın kaynaklarını kontrollerine almaya çalışmakta; bu haksızlığa, adaletsizliğe, merhametsizliğe karşı çıkanları ise düşman ilân etmekte bir sakınca görmemektedirler.

Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Her şeyin küreselleştiği bir dünyada adaleti, hakkı, hukuku, barışı tesis edebilecek düşünsel derinlikten yoksun bir dünya tasavvurunun dünyaya kandan, gözyaşından, haksızlıklardan ve hukuksuzluklardan başka bir şey verebilmesi mümkün değildir.

Bugün vahiyle ilişkisini koparmayan ve insanlığın ortaya koyduğu medeniyet tecrübesinin tek mirasçısı Müslümanlıktır. Tıpkı diğer kadîm medeniyetlerde olduğu gibi Müslümanlık da, insanı "yüce" bir varlık olarak tanımlıyor ama hayatın merkezine yerleştirmiyor. İnsanın doğa ile, kozmik dünya ile, diğer toplumlarla ve Tanrı ile harmonik ilişki kurmasını öne alıyor.

Müslümanlığın vahye dayalı olması, dışlayıcı değil kuşatıcı, saldırgan değil barışçı, monolojik değil diyalojik, bölücü ve parçalayıcı değil bütüncül ve bütünleştirici, lokal / ırk merkezli değil evrensel değerleri olan bir dünya tasavvuruna sahip olmasını mümkün kılıyor.

Oysa Batı kültürü, seküler olduğu için, insanı hayatın merkezine yerleştiriyor; bu dünyayı kutsuyor ve insanı (üstelik de Batılı insanı) bu dünyanın kralı ilân ediyor. Ve sonuçta Batılı insan, kendi arzularını, çıkarlarını koruyabilmek için her şeyi meşrû görüyor: O yüzden pagan, barbar ve saray toplumlarının kavgayı, düşmanlığı, gücü ele geçirerek ve diğer toplumları / medeniyetleri parçalayarak kontrol altına almayı eksene alan bir ilişki biçimi, dünyanın dengesinin, huzurunun, barışının, harmonisinin bozulmasına yol açıyor. (Bugün Batılıların dünya üzerinde kurdukları bu kavgacı dünya düzeninin Avrupa tarihinde bizzat sınıflar, derebeyleri, uluslar arasındaki ilişkilere damgasını vuran bir düzensizlik düzeni olduğunu; bir dönem sadece Almanya'da 300'den fazla prensliğin varolduğunu, bunların birbirlerini yediğini ve hatta 18. yüzyıla kadar Berlin'de kasaplarda insan eti satılmasının hiç de yadırganmadığını özellikle hatırlatmak isterim.)

O yüzden vahiy olmadan, insanın özgürleşebilmesi; insanın doğayla, kozmik dünyayla, diğer insanlarla ve Tanrı'yla barışık, âdil, dengeli bir dünya kurabilmesi ham hayalden ibarettir, diyorum.


7 Ağustos 2002
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED