T Ü R K İ Y E ' N İ N    B İ R İ K İ M İ
D Ü Ş Ü N C E   G Ü N D E M İ 4 TEMMUZ 2006 SALI
  Ana Sayfa
  Gündem
  Politika
  Ekonomi
  Dünya
  Aktüel
  Spor
  Yazarlar
  Televizyon
  Sağlık
  Yurt Haberler
  Son Dakika
 
 
 
  657'liler Ailesi
  Ankara'da Şafak
  Bilişim
  Çalışanın Sesi
  Diziler
  Düşünce Gündemi
  İzdüşüm
  Kültür-Sanat
  Okur Sözcüsü
  Röportaj
  Sinema
  Yemek
  Zamanda Yolculuk
 
  Bize Yazın
  İnsan Kaynakları
  Abone Formu
  Temsilcilikler
  Reklam
  Künye

  Yeni Şafak'ta Ara
 

YÖNETEN:
Yusuf KAPLAN


İslamcılığı sömüren siyaset

İslamcılık, siyasi çatışmanın Türkiye içinde sağ ve sol kanatlar arasında değil, Türkiye ile Batı arasında olduğu fikridir. Bugün bütün siyasetlerin bu fikri ciddi olarak sahneye koyma endişesi taşıdığını görüyoruz. Üstelik de herkes görünüşte bu kadar laik ve Avrupacı'yken...

  • HAKAN ARSLANBENZER (*)
    Siyaseti mevki siyasetine indirgediğinizde İslamcılığı bir siyaset tarzı olarak görme imkanını kaybedersiniz. İslamcılık yoluyla bir mevkie gelmek ancak bir kandırmacayla mümkün olabilir çünkü. İslamcılık resmen tanınmayan bir siyasettir. İslamcı parti kuramazsınız mesela. Fikir ve vicdan hürriyetinden, esas olarak da yargı ve şiddet tekelinin yani devletin müsamahasından yararlanarak İslamcı görüşler ifade edebilirsiniz, bizim burada yaptığımız gibi. Fakat bir mevkie gelmek veya bir iktidar alanını elde etmek için İslamcılık siyaseti güdemezsiniz. Yasalar buna müsait değil. Bu yüzden de ancak kandırmaca yoluna gidebilirsiniz.

    Bu kandırmaca türlü şekillerde olabilir. Liberal, sol, muhafazakar, milliyetçi fakat önünde sonunda Batı hümanizmi şemsiyesi altındaki siyasetler yeri gelince halk çoğunluğunun sempatisini kazanabilmek için kendilerine kısmi ve geçici İslamcı görünüşü verebilmektedirler. Buna siyasette din istismarı adı veriliyor. Aslında bu siyasetler dini yani İslam'ı doğrudan doğruya istismar etmezler. Onların istismar ettiği şey, en temelde, yasa ve resmiyet dışına itilen İslamcılığın bıraktığı boşluktur. Zira, Türk toplumunda İslami muhalefetin siyasi temsil alanı bir his olarak vardır. Kimse bundan kaçamaz.

    Bu tıpkı bir zamanlar Medeni Kanun uyarınca resmi evlilik dışı doğan çocukların nüfusa kaydettirilmemesi gibi bir şeydir. Eski Medeni Kanun'a göre bir çocuğun nesebinin sahih kabul edilmesi, yani nüfusa kaydedilebilmesi için anne babasının resmen evli olması gerekiyordu. İmam nikahına, bilhassa çok eşliliğe karşı alınan bir önlem olmalı bu. Önlem alınmış olsa da geçmişte olduğu gibi bugün de imam nikahı da çok eşlilik de varlığını korumaktadır. Ki Medeni Kanun'da yapılan değişikliklerle söz konusu önlem de kaldırılmış, resmi evlilik dışı dünyaya gelen çocukların nüfusa kaydettirilmesi yolu açılmıştır. Fakat bu arada pek çok vatandaş birçok haktan mahrum olarak yaşamaya devam etmiştir. Medeni Kanun aslında aile içi hakların korunması amacını taşıyan toplumsal yönelimli bir yasadır. Ceza değil hukuk yasasıdır. Eşlerle çocukların tek tek haklarını koruma maksadını taşır. Fakat toplumda varlığı, dahası geçerliği olan bazı davranışları, çok eşlilik ve imam nikahını tanımadığı, resmen yasaya aykırı kabul ettiği için hak mahrumiyetlerine yol açmış, bazı durumlarda da bazı insanların suistimal ve istismarına kapı aralamıştır.

    İSLÂMÎ REVERANS MI?

    Siyasi hayatı düzenleyen yasalar bu anlamda medeni hukuk kurallarına benzerlik arz eder. İslamcılığın resmen bir siyaset olarak tanınmaması, siyasette din istismarının önüne geçilmesi kastını taşır. Tabii bu iyimser ve iyi niyetli bir yorum. Türkiye'nin Batı karşısındaki zor konumu ve Batılaşma yönelimi de elbette İslami muhalefetin resmiyet alanından çıkarılmasında etkili olmuş olmalıdır. Fakat bunu esas alırsak başka noktalara değinmemiz gerekecek. Biz İslamcılık üzerindeki resmi yasağın yüzeysel görünüşünü söz konusu etmekle yetinmek istiyoruz. Çünkü böylece yasağın doğasını tartışmadan, yasakla gelen istismarı tartışma imkanına kavuşacağız.

    Şu veya sebeple Türkiye'de açıktan İslamcılık siyaseti yapamazsınız. Fakat Türkiye'nin siyasi hayatında İslamcılık siyasetinin yeri de gereği de var. Bu durumda ne olacak? Olacağı şu: Hümanizm şemsiyesi altındaki meşru ve resmi siyasetler bu boş bırakılmış alandan yararlanmaya bakacaklar. Yeri geldiğinde siyasetçilerin "İnşallah"lı "Maşallah"lı sözleri bile bu türden imalar taşıyabiliyordu. Çünkü siyasi dil son derece steril hale getirilmiş, her türlü yerli ve İslami ibare ve ifade siyaset sözlüğünden çıkarılmıştı. Bu yüzden de halk çoğunluğu "İnşallah"lı "Maşallah"lı konuşan bir siyasetçiyi duyduğunda "Bu bizden" hissine kapılmaktan kendisini alamıyordu.

    Kimin kimden olduğu Türk siyasetinde henüz çözülmemiş bir muamma olarak duruyor. Bu da yerlici, İslamcı muhalefete resmi imkan tanınmamasından kaynaklanıyor. Özgürlükçü olduğu sık sık vurgulanan 1961 Anayasası bile her türden muhalefete resmi hüviyet verirken, İslamcılığı bunun dışında tutmuştur. İslamcılığa gayri resmi müsamaha gösterilmesi de ilk defa tam olarak 61 Anayasasının ortaya çıkardığı sözümona özgürlükçü hava içinde olmuştur.

    MNP-MSP-RP-SP geleneği bu müsamahayı sonuna kadar kullanmaya çalışmış tek çizgidir. Fakat onlar da İslamcı hüviyetini, İslami muhalefeti siyasette hiçbir zaman tam olarak temsil edememişlerdir. Bu çizginin resmi tutumu doğrudan doğruya İslami veya İslamcı siyaset değil belki ancak İslam'a, daha doğrusu halk çoğunluğunun İslami hassasiyetlerine saygılı bir siyaset yönünde olmuştur. İlk andaki başarılarının da sonraki başarısızlıklarının da altında bu durum yatar. Bu çizginin siyasetçileri İslamcılığın resmen imkansız olduğu bir yerde İslamcılıktan kalan boşluğa kendileri yerleşmek, bu boşluğu kendileri tüketmek istemişlerdir. Sınırlı ve muhalif siyaset gütmemelerinin, kütle partisi kimliğine sahip çıkmalarının sebebi budur. MSP-RP çizgisi aslında DP çizgisinin İslam'a daha duyarlı bir kanadından ibarettir.

    Bugün söz konusu çizgi de son derece büyük güç kaybetmiş durumda. Bu da bazılarına İslamcılığın nihayet siyaset sahnesinden tamamen silindiği izlenimi veriyor. Hümanizmin nihai galibiyetine inanmak isteyenler, İslam'ı kişisel vicdan meselesine indirgemek için can atanlar İslamcılığın halledildiğine kesin gözüyle bakıyorlar. Geçmişte İslamcı olduğu söylenen iktidar partisi artık hiçbir İslami referansları olmadığını mikrofonlardan her gün bangır bangır söylüyor ya işte!

    İSLÂMÎ REFERANS MI?

    "İslami referans"... Demek ki yakın geçmişte de bu sadece bir referans meselesiydi. Yani entelektüel bir mesele. Soyut, zihinsel bir mesele. Somut İslamcılık siyasetinin resmen tanınmadığı bir alanda başka türlüsü de beklenemezdi herhalde. Demokrat Parti'nin ezanı asıl diline döndürmesi de İslam'a verilen bir referans olarak görülebilir pekala. Demek ki ezan dili değişik olsaydı şimdiki iktidar partisi halka o referansı bile sunamayacaktı.

    Bundan birbirine zıt iki sonuç çıkarmak mantıksal olarak mümkün. Demek ki, diye düşünebilirsiniz, siyasette artık İslami referans verme imkanı tamamen ortadan kalktı ve nihayet İslam'dan tamamen yalıtılmış, tabir caizse tam laik bir siyaset Türkiye için artık mümkün, hatta geçerlidir. Bence bu türlü düşünmek mantıksal da olsa yanlıştır. İslam'ın diğer dinlerden en büyük farkı, çünkü, referans noktasındadır. Tarih boyunca müslümanlar da tıpkı diğer dinlerin mensupları gibi başka türlü işlerini yürütmek için dine referans vermişlerdir. En azından bazı müslümanlar, özellikle de yöneticiler. Fakat müslümanların çoğu için İslam bir referans metni olmaktan uzaktır. Yaşanan, fiili bir şeydir. Yani gerçek anlamda dindir; bağlayıcılığı olan temel ahlaki koddur.

    Temel ahlaki kodlara referans veremezsiniz. Bunu yapmanız ve göstermeniz beklenir sizden. Sözle idare edemezsiniz. Sözle sadece referans verebilirsiniz. Referans da adı üstünde biçimsel bir şey. Temel söylem koduna gönderme yapmaktan ibaret. Kısacası, inşallahlı maşallahlı konuştuğunuzda İslami söyleme referans vermiş oluyorsunuz mesela.

    İSLÂM'A TOLERANS MI?

    Ne yazık ki, İslamcılığın resmen tanınmayan etki ve gerçeklik alanı artık inşallah maşallah referansıyla doldurulamıyor. Yukarıda geçersiz olduğunu haber verdiğimiz mantığın zıddının devreye girdiğini belirler bu da. Yani artık referanslarla açığı kapatamazsınız, gerçek figürler ortaya koymanız gerekiyor. İslamcılığın yasaklı alanını elinizde tutmanız veya hiç değilse bu boş alandan yararlanabilmeniz için ahlaki kodları canlandırmaya, İslam'ı bizzat ve bilfiil yaşamaya ve/veya yaşatmaya mecbursunuz.

    Ki devlet erkanının ve siyasetçilerin bu türlü bir yönelim içine girdikleri rahatlıkla söylenebilir. İslamcılığa gerek yoktur, çünkü siyasetçiler de devlet erkanı da yeterince Müslümandırlar, gibi bir sonuç bile çıkarabilir isteyen bundan. Geçmişte İslami referanslar vermeme konusunda ısrarcı davranan bir partinin bugünkü genel başkanı Ramazan'da oruç tuttuğunu imaen de olsa televizyon kameraları karşısında dile getirmiştir. Kuş gribi dalgası sırasında "tavuk eti yiyor musunuz?" şeklindeki bir soruya günde zaten bir kere yemek yiyoruz diye cevap verdi genel başkan. Hiçbir İslami referans vermeden Müslümanca bir davranış içinde olduğunun düşünülmesine imkan yarattı yani. Bunlar çok küçük fakat ifade gücü çok yüksek sözler, davranışlar. Türk siyasetinin İslamcılığın resmen boş bırakılmış alanını istismar etme taktiklerinin bir doyum noktasına geldiğinin göstergeleri. Bundan böyle referans vererek, inşallahlı maşallahlı sözler sarf ederek İslamcılığın sahipsiz temsil alanı sömürülemez. Fakat bu türlü sömürü sona ermiş değildir, İslamcılık bir siyaset olarak resmen tanınmadığı sürece de sona erecek değildir. Sömürünün oranı ve tarzı değişmiştir sadece. Bundan böyle, İslamcılığın temsil alanından yararlanmak zorunda olduğunu bilen siyasetçiler Can Paker'in tabiriyle "cami cemaatinin nabzını tutarak" yani İslâmî görünümlü bir iki söz sarf ederek, cami cemaatinin hoşuna gidecek bir zamanlamayla hareket ederek, bu işi kotaramayacaklarının da bilincine ermiş görünmektedirler. Bir yandan çoğunluğun günlük yaşayışına yani Türkiye'de geçerli olduğu kadarıyla Müslüman hayatına daha fazla dahil olmaktadırlar; bir yandan da Avrupacı ve modernist söylemlerine rağmen açıktan açığa kimlik siyaseti gütmektedirler.

    Sonuç olarak, İslamcılık Türkiye'de resmi siyaset alanında kabul görmemektedir. Fakat İslamcılığın üstlenmesi beklenecek meseleler hümanizm şemsiyesi altındaki resmi partiler tarafından her geçen gün biraz daha açıkça üstlenilmektedir. Laikliğin artık sağ ve sol partiler arasında bir çatışma ve tartışma konusu olmaktan çıkması, laiklik söz konusu olduğunda herkesin aynı tarafta görünmesi de bunun göstergelerinden biri. Herkesin bu kadar çok laik olduğu bir zamanda İslam'ın Türk siyasi hayatında hala başrolde olması ise büyük bir tarihsel kinayedir. Bu diğer siyasetlerin dönüp dolaşıp İslamcılığın siyaset tanımına ulaştıklarının bir göstergesi olarak okunabilir. İslamcılık, siyasi çatışmanın Türkiye içinde sağ ve sol kanatlar arasında değil, Türkiye ile Batı arasında olduğu fikridir zaten. Bugün bütün siyasetlerin bu fikri ciddi olarak sahneye koyma endişesi taşıdığını görüyoruz. Üstelik de herkes görünüşte bu kadar laik ve Avrupacı'yken...

    (*) ŞAİR-YAZAR

    Geri dön   Yazdır   Yukarı


  • ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Spor | Yazarlar
    Televizyon | Sağlık | Bilişim | Diziler | Künye | Arşiv | Bize Yazın
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin her hakkı mahfuzdur. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz. © Yeni Şafak
    Tasarım ve içerik yönetimi: Yeni Şafak İnternet Servisi