YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan

  Arşivden Arama

 

 

Türkiye de sorumlu

Son bir haftanın bilançosu trajik: 10'u İsrail vatandaşı Arap olmak üzere 66 ölü... Likud Partisi lideri Ariel Sharon'un Mescid-i Aksa'nın bulunduğu Harem-i Şerif'e ayak basmasından sonra Kudüs ve çevresi tam bir kan gölüne döndü. Gazze'de, gözü dönmüş İsrailli askerlerin açtığı ateşten kendisini korumaya çalışan babasının kucağında hayatını kaybeden 12 yaşındaki Muhammed Cemal Aldura'nın görüntüsü kimbilir kaç gece uykularımızı kaçıracak...

Ariel Sharon geçmişten bugüne 'kışkırtıcılığı' ile ünlenmiş bir politikacı. 1948'ten başlayarak son 50 yıl boyunca adı hep 'kanlı' olaylarda geçti. 1982'de Lübnan'daki Sabra ve Şatilla kamplarında düzenlediği katliâmda yüzlerce Filistinli ölünce, adı, 'Beyrut kasabı'na çıktı. Harem-i Şerif baskını sonrası meydana gelen gelişmeler onu yeniden gündemin birinci maddesi yaptı.

Bill Clinton'un Beyaz Saray'daki son aylarını 'Arap-İsrail barışı' ile taçlandırmak istediği bir sır değil; bunun için de, taraflar, 'anlaşma' yönünde olağanüstü bir baskıya muhataplar. 1993'te başlayan Oslo süreci, Filistinliler'e 'barış' karşılığı hiçbir 'güvence' getirmedi: Ne işgalin sona ereceği, ne eşitlik ve ne de kendi kaderini tayin hakkı konularında... Yasir Arafat, herhangi bir güvence sunmayan sürecin sonunda neredeyse her talebi kabul etti. Sonucu biliyoruz: Mayıs 1999'da Gazze ve Batı Şeria'da işgalin sona ereceği, Filistin topraklarında 'özerklik' sağlanacağı beklentisi gerçekleşmedi. Şimdi de Kudüs'ün "İsrail devletinin tek ve ebedi başkenti" olmasını kabule zorlanıyor. Barak, 'uluslararası statü' kisvesiyle Kudüs'te arzu ettiği egemenlik hakkını elde etme çabasında. Sharon'un Harem-i Şerif baskını, bütün dünyaya, "İsrail içinde Filistin toprağı" olamayacağı mesajını verme amacı taşıyor.

İsrail bugüne kadar istediği sonucu almada fazla zorlanmadı; ABD'nin her durumda arkasında bulunduğunun bilinciyle Filistinliler'i köşeye sıkıştırabildi. Oslo süreci, fiilî olarak, İsrail askerlerinin yerini Filistin Yönetimi askerlerinin almasına yol açtı, ancak askerlerin kimliği sonucu değiştirmedi: Geçmişte kimler İsrail'in 'iç tehdit' değerlendirmesi ile 'düşman' ilân edilmişse, Filistin Yönetimi onları 'düşman' bilmeye devam etti. Arafat'ın dar görüşlü tutumuyla yerel muhalefet sindirildi.

Vâdesi geldiği halde Gazze ve Batı Şeria'daki işgalini bütünüyle kaldırmamanın yolunu bulan İsrail, şimdi de, nihâî anlaşmayla şu andaki durumunu pekiştirip meşrulaştırmanın peşinde. İsrail'in askerî varlığını Filistinli Araplar'ın yaşadıkları bölgelerde devam ettirdiği, Müslümanlar'ın kutsal bildiği yerlerin bile Yahudiler'in gözetiminde olduğunun kabul edildiği bir 'garip' barış istiyor. Sharon'un provokasyonu bunu sağlamanın ilk adımı olarak değerlendirildi Ehud Barak tarafından ve işbirliğini bir 'ulusal mutabakat hükümeti'ne dönüştürme el çabukluğuna başvuruldu. Barak, Hüsnü Mübarek'in çağrısına uyarak Mısır'a gitmek yerine, Sharon'la başlatılan ortaklık müzakerelerine katılmak üzere İsrail'e dönmeyi yeğledi.

Hakları kısıtlı bir halkın 'eşitlikçi' bir barışı yakalaması mümkün değildir; Arafat bu soğuk gerçeği artık hissediyor. İsrail'in Kudüs gibi İslâm'ın en kutsal yerlerinden birinin statüsü üzerinde pazarlığa bile yanaşmak niyetinde olmadığı artık iyice ortaya çıktı. Araplar'ın ekonomik sıkışmışlığının şartları kıvama getirdiğine inandığı bir anda, üzerlerindeki baskıları artırarak, çoluk-çocuk ayırımı yapmadan kan dökerek istediği sonucu alabileceği inancında İsrail. Arkasında nasıl olsa kurduğu ittifaklar var.

O ittifaklardan biri de Türkiye ile. İsrail, 'güçlülerin barışı' denilebilecek planlı emrivâkide başarılı olabilmek için Türkiye'yi yanına çekme gayreti içerisinde... İttifak sürekli İsrail'in yararına çalışsa da, içerideki anti-demokratik davranışlarda ve dışarıdaki -Ermeni karar tasarısı gibi- çetrefil sorunlarda uluslararası câmiadan anlayış görme beklentisiyle, Türkiye, İsrail'in hemen yanı başında yer alıyor.

Sadece Kudüs 400 yıl Osmanlı yönetiminde kalmış 'kutsal' bir kent olduğu için değil, İsrail'in insanlık-dışı uygulamaları vicdanları sızlattığı için de, Türkiye, son gelişmeler ışığında tavrını ve ittifaklarını yeniden gözden geçirmek zorunda. Kudüs'te bebelerin kanı akarken ülkenin İsrail ile 'müttefik' görüntüsü, Türk kamuoyunun vicdanını kanatıyor. Olan-bitenden Türkiye de dolaylı sorumlu çünkü.

Türkiye İsrail'i kınamalı, 'barış' sürecinin eşitlikçi bir düzleme oturması için elinden geleni yapmalıdır.


6 EKİM 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Fehmi Koru

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...