YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Dizi...

  Arşivden Arama

  I Explorer Kullanıcıları, TIKLAYIN.

 

İrtica kampanyasından, iftira kumpanyasına

Psikolojik savaş uzmanları, bir "elemanları" vasıtasıyla gene şahsımı hedef aldı.

Beni üzen nokta, ortaya atılan iddialardan ziyade, uzmanların giderek çaptan düşmesi. Günün birinde, bizim gibi vatanına milletine bağlı birini değil de, gerçek bir vatan hainini yıpratmağa çalışsalar, korkarım gene başarısız kalacaklar. İç düşman ve hayali irtica ile uğraşırken, dedikoducu bohçacı kadınlara benzemişler. Bir iftira çukuru haline gelmişler. Çok yazık!

Hem inandırıcı olmayan isnatlarda bulunuyorlar, hem yanlış arşiv kullanıyorlar, hem de istifade ettikleri "eleman", hiçbir kapıyı açmayan aşınmış bir maymuncuk.

Baltayı taşa vurdular

Nazlı Ilıcak'ı 12 Eylülcü gibi göstermeğe çalışıyorlar.

Oysa, 12 Eylül döneminde, en çetin mücadeleyi ben verdim. Bu yüzden hapse bile düştüm.

Bu yüzden Ecevit bana "Özgürlük mücadelesini takdir ettiğim Nazlı Ilıcak'a" cümlesi ile bir şiirini, ithaf etti.

Bu yüzden, 12 Eylül'ün hitamında, Gazeteciler Cemiyeti'nin yeni ihdas ettiği "Özgürlük Ödülünü" ilk defa ben aldım.

Demirel'in ismini kimsenin telâffuz edemediği yıllarda, onu "Bir bilen" lâkabıyla kamuoyuna mal eden de benim.

Kısacası, psikolojik savaşın uzmanları, "derin devletçiler", baltayı taşa vurdular.

Cımbızlı cümleler

Cımbızla ayıklanan cümleler, esas metinden koparılınca, ters anlamlar ortaya çıkıyor. Bundan yararlanabileceklerini düşündüler.

16 Ekim 1980'de "12 Eylül'ün gerekçesi haklıdır. 12 Eylül terörden bezen halkın, meşru müdafaaya geçtiği gündür" diye yazdım.

Söz konusu cümleler, "27 Mayıs yöntemleri kullanılmasın, sehpalar, olağanüstü mahkemeler kurulmasın, meşruiyet, siyasetçilerin mahkûmiyetinde aranmasın" diye yazılmıştır.

Makale, tümüyle ele alındığında, bu durum açıkça belli olmaktadır.

Mini muhtıra

3 Ocak 1980'de, mini muhtıra üzerine, benim "Ordu gibi anayasal bir kuruluşun üzerine düşeni bir gün yapacağı esasen var sayılıyor ve herkes tarafından bekleniyordu da. Görünen köy kılavuz istemiyordu. Ordunun, Türkiye'nin sorunları karşısında bir türlü içimize sindiremediğimiz demokratik düzen ve bugünkü görüntüsüyle içine kapanık kalacağını varsayanlar bugün yanılıyorlar ve ordunun böyle gelmiş böyle gider düzenine sadık kalacağını sanıyorlardı. Ordu bu adımını atarken, geleceğe dönük her türlü ihtimali hesaplamıştır" diye yazdığım doğru değil. O cümleler herhalde başkasına ait. Cümle düşüklükleri bile, söz konusu satırların az yetenekli bir "fabrikatörün" (!) kaleminden çıktığını gösteriyor.

3 Ocak'ta ben şunu söylüyorum: "Askerin yetki ve sorumluluk alması, ordunun ağırlığının politikada daha çok hissedilmesi, tam aksi neticeler doğurmakta, demokratik ilkeler asıl böyle zedelenmektedir.

...Bir muhtırayı alkışlamak 'bana değil sana verildi' diye sevinç duymak mümkün değildir. Çünkü dağın tepesinden kopan kar parçasının ne kadar büyüyeceğini, kimlere çarpacağını şimdiden kestirmek çok güçtür."

4 Ocak'ta da muhtıranın "Hukuk ötesine taşan bir olay olduğunu" belirtiyor ve iddiaların aksine endişelerimi dile getiriyorum.

4 Şubat makalesi (!)

4 Şubat'ta da, "Şartlar ülkeyi süratle bir müdahale ortamına sürüklüyor" diye yazmadım.

Zira, 30 Ocak'tan 12 Şubat'a kadar, kısa bir tatil dolayısıyla, yazılarıma ara vermiştim. O cümleyi, mini muhtıra üzerine, endişemi dile getirmek için 4 Ocak'ta kaleme aldım.

Bir mini muhtıranın ülkeyi müdahale ortamına sürüklediğini söylemek temenni değil sadece bir tesbitten ibarettir.

4 Ocak'taki makalemi 3 Ocak'taki gibi şöyle tamamlıyorum: "Bu kar topu ne kadar büyür, kimlere çarpar, ne gibi tahribat yapar, bunları şimdiden kestirmek mümkün değil, endişemiz bu yüzdendir."

Besle kargayı

"Dün başka bugün başka" çizgide olduğumuzu, şöyle bir cümle ile de ortaya koymaya çalışmışlar.

Dedim ya, psikolojik savaş uzmanları, çok çaptan düşmüş. İrtica kampanyası yürüte yürüte, iftira kumpanyasına dönüşmüşler.

Milletin kesesinden bunca masrafa yazık değil mi? Bu kargaları, dürüst ve vatansever insanların gözünü oysunlar diye mi besliyoruz?

8 Aralık 1979'da, aşağıdaki cümleleri kullanmam, darbe şakşakçılığı gibi değerlendiriliyor:

"Darbeler, devletin kişiliğine karşı suç işleyenlerin sırtına bütün şiddeti ile inmeli. Yıpranacaksa, ordu değil, siyasi iktidar yıpransın. Zira iktidarların alternatifi her zaman bulunur, ama silâhlı kuvvetlerimiz tek ve alternatifsizdir."

Oysa, burada darbeden kasıt, askeri darbeler değil elbette.

Söz konusu yazıyı, sıkıyönetim komutanlarının İstanbul'daki otobüs ve Ankara'daki hastane direnişini yasaklaması üzerine, komutanları eleştirmek üzere kaleme almıştım.

O yazımda aynen şöyle diyordum: "Sıkıyönetime rağmen silâhlı eylemler şiddetlendi. Sıkıyönetimin kontrolündeki hapishanelerden katil zanlıları kaçıyor. Türk Silâhlı Kuvvetleri vazifeye kanunsuz direnişlere çare bulsun diye davet edilmedi. Cepheyi genişletmek, otoriteyi büsbütün zaafa uğratacaktır. Kırmızı ışık, bütün kuvveti ve kudretiyle terörizm noktasında yanmalı, darbeler devletin kişiliğine karşı suç işleyenlerin, silâh kullanıp can ve mal güvenliğini tehdit edenlerin sırtına bütün şiddetiyle inmeli. Bırakalım ikinci sınıf meselelerle (burada direnişleri kastediyorum. NI) hükûmet uğraşsın, yıpranacaksa ordu değil siyasi iktidar yıpransın. Zira iktidarların alternatifi her zaman bulunur, ama Silâhlı Kuvvetlerimiz tek ve alternatifsizdir."

Yukarıdaki satırlarda darbe şakşakçılığı mı var? Amaç, bizi bu iftiralara cevap vermeğe kilitlemek ve vatandaşın sorunlarından alıkoymak.

Basın Konseyi

Sözde başörtüsünün aleyhinde olduğumu da yazdılar. 1980'li yıllardaki çeşitli makalelerimden başörtüsü zulmünü eleştiren örnekler verdim. Cevap yazımı, Hürriyet gazetesinde yayınlatamadım. Bunun üzerine Basın Konseyi'ne başvurdum. Basın Konseyi, bir belge imzalattı bana. Bu belgede, Konsey'in kararını kabul edeceğim, yargıya başvurmayacağım yazılıydı.

Müracaatımın karara bağlanmasını beklerken, bir özür yazısı geldi: Konsey yetkilisi, başka kağıtların arasına karıştığı için (!) başvurumu sonuçlandıramadıklarını, -zaman aşımı dolayısıyla, artık yapacak bir şey kalmadığını- belirtiyordu. Oysa hemen her gün neticeyi takip etmiş, bir kaç defa da konu ile ilgili olarak, Konsey Başkanı Oktay Ekşi'yi aramıştım.

Bu gerçeğe rağmen, iddialar karşısında suskun kaldığımı ileri sürmek, ancak bu iftira kumpanyasına yakışır.

Erbakan

Erbakan meselesine gelince. Milli Selâmet Partisi liderini, geçmişte eleştirdiğimi hiçbir zaman inkâr etmedim. Hele dinin siyasete alet edilmesine her zaman karşı çıktım. Bugün de çeşitli yazılarımda ve konuşmalarımda, dinin siyaset malzemesi yapılmaması gereğini savunuyorum. Fazilet Partisi, benim savunduğum çizgide duran bir partidir.

Kaldı ki, Refahyol döneminden sonra, Erbakan'ı daha yakından tanıma fırsatını buldum. Bu kadar hedef tahtası haline getirilmeyi, doğrusu hiç hak etmediğini anladım.

Parti içi demokrasinin işlememesi, tek bir liderin kusuru değil

Neden sadece Erbakan suçlu sandalyesine oturtuluyor?

Asıl buna kafa yormak gerekiyor.

Yarınki yazımda başka arşivleri açacağım.

Bakalım irtica hayaletinin ardında, nice menfaat bezirgânı gizleniyor.


19 EYLÜL 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Nazlı ILICAK

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...