| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
"Ben gurbette değilem, gurbet benim içimde" (!)Bir Dinazorun Anıları adlı kitabı yayımlanmamış olsaydı, bu ülkenin insanları "Mina Urgan" adlı kadıncağızın ne yaşadığından, ne de öldüğünden haberdar olacaklardı. Bu kitap olmasaydı, onun İngiliz Edebiyatı alanında araştırmalar yaptığını da, bu alanla ilgili eserler yazdığını da yine kimse umursamayacaktı, hatta farketmeyecekti bile. Ne olmuşsa olmuş, garip birşey vukû bulmuştu: bir çiçekle bahar gelivermişti. Tanınmayan/bilinmeyen yaşlı bir yazarın kitabı yayımlanır yayımlanmaz okurlardan olağanüstü bir ilgi görmüş, kısa bir sürede herkesin ilgi odağı haline gelmiş, lehte-aleyhte birçok yazının konusu olmuştu. Acaba niçin? Bu "niçin" bugüne kadar cevaplanmadı/cevaplanamadı. Mina Urgan'ın kendisi de cevabını bilmiyordu bu "niçin"in... Üstelik bilmediğini de itiraf etmekten çekinmiyordu; hatta neredeyse rahatsız olmuş, bir anlam verememişti insanların kendisine ve anılarına bu denli yoğun ilgi göstermesine... Öyle ya, alt tarafı bir dinazorun anılarıydı... Sosyalistliği miydi, ateistliği miydi ilgi çeken? Sanmıyorum, çünkü hiçbir kesime indirgenemeyecek kadar geniş bir okur kitlesi ortaya çıkmıştı. Anılarında, yakınında bulunduğu Türk fikir, edebiyat ve siyaset tarihinin ünlü isimlerinden söz etmesi, onlarla ilgili çoğu ilk elden gözlemlere, tanıklıklara, hatta dedikodulara yer vermiş olması acaba okuru kışkırtmış olabilir miydi? Hiç kuşkusuz anıların kışkırtıcı taraflarından biri de budur ve Bir Dinazorun Anıları'nın da en büyük sermayesi sağdan-soldan birçok önemli isime yer vermiş olmasıdır. Nitekim yaşlı bir sosyalistten Falih Rıfkı Atay, Nazım Hikmet, Orhan Veli gibi isimlerin yanısıra Halide Edib Adıvar, Yahya Kemal, Necip Fazıl gibi isimleri dinlemek, her halde birçok kişiye ilginç gelmiştir. Yukarıdaki "niçin"i, sadece, yazarın yakınlarında bulunması dolayısıyla kendilerinden söz edebildiği isimlerin taşıdıkları değer ve önemle açıklamak hem doğru olmaz, hem insafa sığmaz. Bu kitabın kendi türü (anı kitapları) içerisindeki sivrilişi ele alınacak olsaydı, belki bu tür mülahazalara bir kıymet atfedilebilirdi; fakat cevabı aranılan "niçin", bu kitabın kendi türü içerisinden değil, aksine yazarın diğer kitapları arasından sıyrılışı/sivrilişi hakkında... Başka bir ifadeyle, uzmanı olduğu alanda o kadar emek verdiği, eser yazdığı halde kendi toplumu tarafından farkedilmeyen, kaale bile alınmayan bir yazarın, anılarını kitaplaştırmasıyla birlikte aynı toplum tarafından birdenbire farkedilip kaale alınması hakkında... Cevabı aranılan "niçin" işte bu "niçin"! Yazar ateistliğini saklamayan yaşlı bir sosyalist... Genç yaşlarından itibaren bu toplumun inançlarına, fikirlerine, duygularına, hislerine yabancı kalmış... Uzmanlık alanı İngiliz Edebiyatı... Eserleri de bu alanda zaten... Başka bir dünyanın, yabancı bir dünyanın edebiyatı... Oysa anıları bize ait, bizim hakkımızda... İnançları, fikirleri, değerlendirmeleri ne olursa olsun Mina Urgan anılarıyla, anıları aracılığıyla ilk kez yıllarca içinde yaşadığı toplum hakkında konuşma fırsatı bulmuş, bu toplumun tarih ufku içerisine, bu toplumun ilgi alanına dahil olmuş, bu toplumun ilgilendiği değerlerin yanına iliştirilebilir önemli ya da önemsiz bir unsur olduğunu gösterebilmiş... İnsanların, anılarına ilgi göstermesi, onun kendi içlerinden biri olduğunu farkettiği anda başladı... Parçası olduğunu farkettiği toplum, onu da bütün doğrularıyla, yanlışlarıyla farketti. İngiliz Edebiyatı hakkında yazdıkları da yine İngilizler için değil, bizim için önemli... Türkçe yazdığı için önemli... Geçen akşam bir televizyon söyleşisinde, "hayatında" bir tek tercihinden dolayı pişman olduğunu söylerken izlemiştim kendisini... Türk Edebiyatı yerine, İngiliz Edebiyatı'nı tercih etmiş olmasını bir "talihsizlik" olarak niteliyor ve "İngilizlerin kendi edebiyatları hakkında yapılması gerekenleri zaten yaptıklarını, fakat Türk Edebiyatı hakkında yapılacak çok işin bulunduğunu" söylüyordu. (Kimbilir belki de Berna Moran'ı kıskanıyordu.) "Keşke Türk Edebiyatı'na emek verseymişim" diye hayıflanırken, sanki, anılarının niçin bu denli büyük bir ilgi gördüğünü sezinlemiş gibiydi... Öyle ki yıllarca yâd ellerde yaşadıktan sonra evine dönmüş bir gurbetçiden çok, gurbeti yıllardır içinde yaşatmış biri gibiydi... Aklıma nedense Cemil Meriç geliyor... Belki, onun da önünde sonunda Bu Ülke'yi yazmış/yazabilmiş olmasından ötürü... Ne garip değil mi, bu ülkede yazanlar, gün geliyor, sonunda, bu ülkeyi yazmak zorunda kalıyorlar?!?
dcundioglu@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|