![]() |
![]() |
![]() |
| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
"Figüran"dan "esas oğlan" olur mu?Bazı kaynaklarda peygamber olduğu öne sürülen bilge adam Socrates ile öğrencisi arasında geçen ilginç bir diyalog vardır. Socrates, öğrencisine, "üzerinde düşünülmeyen, kafa yorulmayan hayat, yaşamaya değer bir hayat değildir" der. Öğrencisinin üstadına cevabı en az Socrates'inki kadar anlamlıdır: "Yaşanamayan, yaşanılamayan hayat, üzerinde düşünmeye, kafa yormaya değen bir hayat değildir." Bu diyalog, tam da bir türlü varolamayan; varlığını, yani kendi'sini yoksayarak varolacağını sanan bir traji-komedi yaşayan Türkiye'nin hem kendisi, hem de "öteki" ("Avrupa") ile olan ilişkilerini çok güzel özetliyor gibidir. Film teorisyenleri, sinema salonunda izlenen filmlerdeki ses, görüntü, mekan değişimlerinin izleyicilerde yön yitimi duygusu yarattığını; ancak izleyicilerin filmlerdeki ses, görüntü, mekan değişimlerinin bir gerçeklik yanılsaması ve dolayısıyla sanal olduğunu bildikleri için bu yön yitimi duygusunu aştıklarını söylerler. Tüm sanat türleri gibi sinema da, gerçeklik yanılsaması yaratarak izleyicilerin hem film, hem de dolayısıyla hayat üzerinde düşünmelerini sağlar. İzleyiciler, sinemanın, gerçeklik yanılsamasına dayandığını; filmlerin sanal dünyalar yarattığını, önceden izledikleri filmlerden bilirler. O yüzden sinema tarihinin "ilk filmi" olan Bir Trenin Gara Girişi, 1895 yılında gösterildiği zaman "sinema salonu"ndaki izleyiciler filmdeki trenin üzerlerine geldiğini zannederek paniğe kapılmışlar ve salondan dışarıya fırlamışlardı. Filmlerdeki gerçeklik yanılsaması, izleyicilere kurmaca bir dünya sunmakla kalmaz; aynı zamanda izleyicilerin filmde gösterilen dünyanın yanısıra, gerçek hayat üzerinde düşünmelerini de sağlar: İzleyicilerin gerçek ile görüntü'yü ayırt etmelerini sağlayan şey, sinema perdesidir. Sinema perdesi, gerçek ile görüntü arasına mesafe koyar. Sinema perdesi aracılığıyla yaratılan mesafe, aslında hayata tutulan bir tür aynadır. Hayatı yansıtan bir ayna değil; hayata tutulan bir ayna. İşte hayata tutulan bu ayna, yani sinema perdesi aracılığıyla yaratılan mesafe, izleyicilerin görme yetilerini geliştirir, hayatta olan bitenler üzerinde düşünebilmelerini de mümkün kılar. Psikologlar, mesafe'nin çocukların, olan bitenleri görmelerine yardımcı olduğunu; yetişkinlerinse, olan bitenleri görmekle yetinmeyip, aynı zamanda olan bitenler hakkında akıl yürütmelerini sağladığını söylerler. Mesafe, dünyada bir yer'de duruyor olmamızın; durduğumuz / bulunduğumuz yerden önümüzde cereyan eden olaylara karşı bir duruş, bir tavır geliştirebilmemizin ilk adımıdır. Bir yerde durabiliyorsak, hayatta olan bitenler hakkında düşünebiliyor, kafa yorabiliyor; durduğumuz yerden hayata, olaylara müdahale edebiliyoruz demektir. Yaklaşık 200 yıldan bu yana, hayatımız üzerinde, ülkede ve dünyada olan bitenler üzerinde düşünemiyoruz. Çünkü, yaşadığımızı zannettiğimiz hayatın ne kadar yaşanmaya değer; ne denli bilinçli bir seçimin sonrasında bile isteye inşa ve idame ettirmeye çalıştığımız bir hayat olduğu konusunda bir fikrimiz yok. Hayata belli bir mesafeden, belli (muhkem) bir yerden bakmıyoruz, bakamıyoruz; o yüzden hem ülkemizde hem de dünyada olan biten olayların önünde sürüklenip gittiğimizin bile farkında değiliz. Ve yine o yüzden bizim "yaşadığımız" (=yuvarlandığımız) hayata dışardan, belli bir yerden ve mesafeden bakan insanlar, bizim sonu nereye varacağını bilemediğimiz bir yerlere doğru sürüklendiğimizi çok iyi görebiliyorlar. Ama biz göremiyoruz. Göremiyoruz; çünkü mesafe, mekan duygumuzu kaybettik: Bir yeri mesken tutmuş, bir yere iskan etmiş değiliz. Aksine tüm mekanlara (dünyalara) kapatılmış durumdayız: Hem kendimize, kendi dinamiklerimize; hem de örneğin Batı'ya kapatılmış durumdayız. Yani tarihi, biz yapmıyoruz; başkalarının yaptığı tarihte yaşamaya çalışıyoruz. Biz, 200 küsur yıl önce, o zamana dek iyi-kötü oynadığımız filmi kopardık: Bizim filmimizin bittiğine hükmettik ve aktör olmaktan vazgeçtik; artık oynayacağımız bir film olmadığını / kalmadığını dünya aleme ilan ettik. Filmi, Avrupalılar çeviriyor ve oynuyordu: Avrupalıların çevirdikleri ve oynadıkları film, bizi büyülemişti. Avrupalıların çevirdikleri filmde figüran olmak, hatta bu filme, tepe tepe çiğnediğimiz bu mekanı dekor yapmak bile bize yeterince heyecan verici geliyor/du! Oysa, hiç olmazsa "seyirci" olabilirdik. O zaman olan bitenlere belli bir mesafeden, belli bir yerden bakabilme şansımız; dolayısıyla olan bitenleri, çevrilen filmi görebilme ve anlamlandırma imkanımız olurdu. Seyirci olmak bile figüran olmaktan daha anlamlı ve göz-açıcı olabilirdi bizim için. Avrupa filminin büyüsüne kaptırarak figüran olmak için çırpınıp duruyor oluşumuz, aslında bizim hayatımızı yaşamamızı ve dolayısıyla hayat üzerinde düşünebilmemizi imkansızlaştırmakta-dır. Ama biz, sadece bir figüran olduğumuzu bile farkedebilmiş değiliz henüz. Anlaşılan o ki, Avrupa filminin yarattığı yanılsama öylesine büyüleyici ki, Socrates'in öğrencisinin öğrencisi bile olamayacak kadar dünyaya ve hayata gözlerimiz kapalı; bu dünyanın ve hayatın dışındayız. Hala bize "esas oğlan bir figüran rolü" verin yeter, diye bağırıp duruyoruz. Ve bu yüzden filmin gerçek aktörleri Avrupalıların, "Ey Türkiş-mafiş, işi bitmiş! Figüran'dan 'esas oğlan' olur mu! Sahi, size 'esas oğlan' rolü vererek, 'esas kız'ı ve 'kupa'yı kaptıracak kadar aptal olmadığımızı hala anlayamadınız mı!" dediklerini bile duyamıyoruz!
ykaplan@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|