| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
Başı ve sonu
Hayatın bir başı ve bir sonu var mı? Bu soruya hemen hepimiz duraksamadan: "Elbette" diye cevap vermeye hazır görünüyoruz. Hayatımızı bir bütün olarak aldığımızda ve doğumu başlangıç, ölümü de sonuç yerine yerleştirdiğimizde, böyle bir cevap doğru da olur. Ama hayatımızı anlamlandıran ya da başka bir söyleyişle bir hayatı hayat olma anlamına kavuşturan "ayrıntılara" baktığımızda, onların süren hayatın içinde başsız ve sonsuz olarak sürüp gittiğini görebiliyoruz. Denebilir ki, her ayrıntının da bir başı ve bir sonu vardır. Hiç bir dava sonsuza değin sürmez; bir yerde başlar ve bir yerde biter. Bu yer ise herhangi bir yerdir. Onun öncesini ve sonrasını kolay kolay belirleyemeyiz. Belirlemeye kalkıştığımızda ancak soyutlamaya başvurmak zorunda kalırız. İlk öykülerimi kaleme almaya başladığımda durumun böylesine bilincinde olduğumu söyleyemeyeceğim. Ne de olsa başı ve sonu kesinkes belirlenmiş bir öykü geleneğini, Ömer Seyfettin'i okuyarak bu işe girişmiştim. Ama kendime mahsus öykülerimi kaleme almaya başladığımda, değindiğim gerçeklikle karşılaşıverdim: hayatımızın bir başı ve bir sonu varbulunuyordu, ama biz ne bu başın nerde başladığını, ne de o sonun nerde noktalanacağını biliyorduk. Yaşadığımız hayt bizim için başı ve sonu meçhul bulunan bir referans noktasını içeriyordu. Nerdeyse diyebileceğim ki, insan olarak ezelden gelip ebede uzanan bir yolun üstünde bulunuyorduk. Böylece başı ve sonu bellisiz bir hayat sürecinde başlayan ve biten her olay, başı ve sonu bellisiz bulunan bir iç sürece imada bulunuyordu. Yüzümüzdeki bir gülümsemenin, dudağımızın kenarındaki bir bıçak izinin başı ve sonu ne olabilirdi ki! Bu işaretleri determine eden unsurları matematik bir kesinlikle belirleyebilsek bile, her belirleyiş, bizi sonu gelmez bir ardışıklığa götürmez miydi? Ama bizim öykümüzün bir başı ve bir sonu varbulunmalıydı. Bu başı ve bu sonu nasıl belirleyebilirdik? Bu başın ve bu sonun belirlenmesinde bana Çehov'un öyküleri de yetmiyordu. Çünkü onun öyküleri de, son tahlilde determinist bir şema içinde yer alıyordu: başı ve sonu belli, her şey belli bir nedensellik içinde akışıyordu. Oysa yaşadığımız hayatın, hiç de böylesine deterministik bir şema içinde akışmadığını biliyorduk. Yaşadığımız hayatta olaylar (veya olgular) pat diye başlıyor ve pat diye bitiyordu. Onun başını ve sonunu araştırmaya giriştiğimizde sonsuz geriye gidişlerle burun buruna gelebiliyorduk. Öyleyse gene de, ilk elde algı alanımıza pat diye düşen bir olayın öyküsünü yazacaksak, ona pat diye bir yerden başlayabilmeliydik. Öyle yapmaya karar verdim. Daha sonraları günümüz Amerikan öyküsüyle karşılaştığımda, başta Hemingway olmak üzere nerdeyse bütün Amerikan öykücülerinin böyle yapmakta olduklarını gördüm. Başı ve sonu bellisiz olaylar/olgular hayatın gerçeği olarak karşımızda dursa bile, bu, başı ve sonu bellisiz hayat fragmanlarını anlatmak için edebiyat kitaplarında tanımlanmış olan ve adına "gerçekçilik" denilen telakki tarzına sadık kalmamızı gerektirmiyordu. Tam tersine hayatın gerçeğini ifade edebilmek (yansıtabilmek) için o kalıpların parçalanması zorunluluğu ortaya çıkıyordu.
rozdenoren@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|