|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Birkaç yazıdır 'içerden' konuşmayı denedim. 'İslamcı kesim'le konuşmak istedim. İçlerindeki önemli bir kesitle, 11 Eylül 2001 sonrasında aynı ruh haleti içinde, aynı düşünceler ve tepkileri paylaşmadığımızı biliyorum. Bildiğim için 'içerden' konuşmak istedim. 'İçerden'den kastım, kimi Jakoben laikler gibi 'İslamcı kesim' ile 'incommunicado' durumda bulunmadığımı bildiğim içindi. Yirmi yılı aşkın bir süredir bu kesim ile 'interaktif' ilişki içinde bulunanlardan biriyim. İran Devrimi'ni benden izlediklerini bu kesimin kendisi yıllardır söylerler. Yine bu kesim için de önem ve değer taşıyan Filistin sorunu hakkında, herhalde, sadece Türk basınında değil tüm Türkiye'de benim kadar yıllardır ısrarla didinen ikinci bir kimseyi bulmak zordur. 'Bosna biziz, biz Bosna'yız' şiarı bana aittir. Bosna'yla ilgimi, bu kesim teslim eder. Keza, İslam Dünyası'nın ilgi alanında bulunan Çeçenistan sorunu karşısındaki 'duruşum' değişmedi ve değişmemeye devam ediyor. Ayrıca, 'İslamcı kesim'in üzerine düşen '28 Şubat süreci'ne kimin, nerede, nasıl karşı durduğunu ve bunun 'bedeli'ni kimin ne şekilde ödediğini, 'İslamcı kesim'in iyi bildiği ve değerlendirdiğini varsaydım. Bütün bu sebeplerden ötürü, 11 Eylül 2001 sonrası değerlendirmeler ışığında, 'İslamcı kesim'e 'içerden konuşmak hakkım' olduğunu düşünerek, bu köşede ardarda yazılar kaleme aldım. Cumartesi günü yayınlanan yazımda, pazar günü bu konuda son kez yazacağımı ve niçin son kez yazacağımı yazdım. Bu yazı üzerine çok sayıda okurdan; 'Bıkmayınız', 'Vazgeçmeyiniz', 'Anlatmaya devam' başlıklı mesajlar geldi. Yazı yazmaya elbette devam edeceğim. Yazı içeriklerinde düşüncelerimi bugüne dek olduğu gibi, aynı açıklıkla dile getireceğim. Ancak, 'İslamcı kesim'e 'içerden' hitap etmeye son vereceğim. Bu sözümü 48 saat gecikmeyle bugün yerine getiriyorum. Bu tavrımın sebeplerini aşağıda bulacaksınız… 'İslamcı çevreler'in genel anlamda 'içerden konuşma'ya uygun bir 'muhatap' olmadığı sonucuna vardım. Bu çevrelerin düşünme sığlığından kurtulmaları ve tartışma adabına sahip olmaları gerekiyor. Bunu sağlamaya benim gücüm yetmez. Bana gönderilen mesajlarda da gördüğüm gibi, her türlü terbiyeden ve iz'andan yoksun çok sayıda insanın bu çevrelerde barındığının hep farkındaydım. Ama bu kesimin 'kanaat önderleri' sayılan şahsiyetlerin 'tribünlere oynayarak' bu çevrelerdeki sığlığı kaşıdığını ve dolayısıyla bu kesimin 'uleması' ile 'taban' arasındaki çizgilerin silikleştiğini müşahade ettim. 'Dinci basın' diye tabir edilen yayın organlarında ucuz ve basit 'Amerikancı' suçlamalarından, bunların fişeklediği 'taban'dan "Hayatta en büyük idealim haline gelen müslüman görünümlü münafıklara elimden gelen en büyük kötülüğü yapma görevine senden başlamanın derin sevincinin bende yaratacağı hazzı tahmin etmen bile zor... O açıdan bir kör kurşuna, üstelik bir hiç uğruna gitmeyi istemiyorsan ayağını denk al ve haddini bil... " sözcükleriyle 'zarif tehditler'e uzanan tepkiler aldım. Bir zamanlar 'derin devlet'ten benzeri tehditlere hedef olduğum için bu 'dil'e alışıkım. Bu tür hödüklüğün ve bağnazlığın görüşlerimi değiştirmesi ve düşüncelerimi ifade etmekten beni men'etmesi imkansız. Ancak, bütün bunlar Türkiye'deki 'İslamcılar'ın duygu dünyaları ve zihniyet iklimlerinin özü itibarıyla Taliban ya da Usame bin Laden usulü Vahhabilik'ten çok farklı yerlerde durmadıkları gözlemini bana edindirdi. Günlerdir, 'Usame ve Taliban ile aranıza kesin bir çizgi çekin' diye zaten bu sebeple 'içerden konuşma'yı deniyordum. Kısa dönemde çekemeyeceklerini de biliyordum. 'Selefi' referanslarından kurtulamazlarsa; söz konusu çizgi çekilemez. Mesele, Usame, El-Kaide ve Taliban'ı ve 11 Eylül terörizmini 'kuru cümleler'le kınamak değil. Daha önce de yazdığım gibi, Seyyid Kutb'la, Ebulala Mevdudi ile, hatta İbn Teymiyye'yle 'ideolojik akrabalık'tan vazgeçmek. Bu, bir günün işi değil. Benim aksine ikna etmeye gayret etmemin de şu aşamada bir yararı yok. 'Kulak vermeleri'ni denedik. Hepsi o. Anlayan anladı; dinleyen dinledi. Anlamayan anlamadı; dinlemeyen dinlemedi. 'Selefiler'le polemik yapmak gibi bir 'misyon'um olmadığı için, 'içerden konuşma'ya devam etmenin bir gereği de yok. Günlük dille 'Ne haliniz varsa görün' demiyorum; bir ilahiyatçının "Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar kendi içlerindeki değiştirmedikçe değiştirmez." (Ra'd Suresi, 11) hatırlatmasını esas alıyorum. Bir toplum gibi, Türkiye'deki 'İslamcılar', şayet kendi içlerindeki değiştirmezlerse, bir büyük belaya maruz kalacaklar. 11 Eylül 2001 sonrasının değiştireceği dünyayı, onları da silecek. Anlatmaya çalıştığım buydu. Dikkat: Müslümanları değil; 'İslamcılar'ı… Daha ileri gideyim ve bir televizyon programında vurguladığım değerlendirmeyi tekrarlıyayım: "Siyasi İslam, 20.Yüzyıl'a ait bir siyasi olgudur. Osmanlı İmparatorluğu'nun sahneden çekilmesinin bıraktığı boşlukta ve 20.Yüzyıl'ın uluslararası ikliminde üremiştir. Müslüman Kardeşler'in kuruluşu 1928'dir. Sünni dünyada 'Siyasi İslam'la irtibatlanan neredeyse bütün oluşumlar, Müslüman Kardeşler'in türevleri ve akrabalarıdır. 21.Yüzyıl'ın 11 Eylül 2001'le başlayan yeni dünya kuruluşunda, 20.Yüzyıl'a ait bir siyasi olgunun bütün insanlığı kapsayacak bir 'dünya projesi' yoktur. Usame ve Taliban, 'Selefi referanslı İslamcılık'ın varabileceği zirve noktasıdır ve 21.Yüzyıl, işte bunu tasfiye edecektir. İslam'ı ve Müslümanları değil. Ve, en önemlisi bu 'Selefi referanslı İslamcılık'ı, tasfiye etmeye Müslümanlar mecbur olacaklardır. O yüzden, önümüzdeki tarihi dönem, bir 'medeniyetler çatışması'ndan ziyade 'Müslüman-Müslüman çatışması'na tanık olacaktır. İslam uygarlığı, 21. Yüzyıl'ın 'küresel uygarlığı'ndaki yerini alınca, 'Selefilik'e yer kalmayacaktır. 'Selefi İslamcılar'ın 'kızılderililer' gibi bir duruma mahkum olacaklarından kastettiğim budur." Söylenecek bir şey kalmadı. 'İçerden konuşma'ya son; yazılara devam…
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |