|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bizim Mevlânalarımız, Yunuslarımız vardı. Bizim, Bayezid Bestamilerimiz vardı. Namaza gideceği sırada, cübbesinin eteği üzerinde uyuyan kediyi uyandırmamak için eteğini kesmekte tereddüt etmeyen... Hastalara bakmayı seyrü sülûkun bir parçası gibi telakki eden Allah dostlarımız vardı. Prof. Dr. Ahmed Davudoğlu, yayın yönetmenliğini yaptığım aylık Altınoluk dergisinin Ekim sayısına verdiği mülâkatta "Bugün dünyada hangi şehirler hâlâ İslâm şehirleri kadar çoğulcudur? Hangi Batı şehrinin taa göbeğinde kilise, sinagog, cami yanyanadır?" sorusunu soruyor. Bizim şehirlerimiz bir barış dünyası idi. "İstanbul Efendisi" İslâm medeniyetinin İstanbul'da inşa ettiği iklimin "güzel insan" sembolüydü. Ne oldu bütün bunlara? Bizim Peygamberimiz "gerçek yiğit" olarak "öfkesini yutan adam"ı göstermişti. Hayvana aşırı yük yüklenmesini, hayvanın dövülmesini yasaklamıştı. Bizim Peygamberimiz'in Kur'an'a göre en belirgin vasıflarından birisi "rahmet peygamberi" oluşuydu. Ve Müslümanın ana amacı, Peygamber'in ahlâkı ile ahlâklanmak, onun boyası ile boyanmaktı. Ne oldu bu çizgiye? Ben, uzun zamanlar var ki İslâm'ın kendi özgün insanını yetiştiremediğini düşünüyorum. Bunun altında da, kanaatimce İslâm'ın bu ortamı bulamaması gerçeği yatıyor. İslâm özgün insanını, bu insanı inşa edecek özgür ortamlar bulduğu oranda inşa edebiliyor. Belki her medeniyet için aynı şey söz konusu. Özgürlük, medeniyetlerin kendi insanını inşa için muhtaç olduğu zaruri vasat olarak görülüyor medeniyet tarihçileri tarafından da... Özgürlük ortamı, inançların, düşüncelerin, davranışların damıtıldığı, süzüldüğü, imbikten geçirildiği ve tortuların arındığı ortam oluyor. Mevlânalar, Yunuslar, Bayezid Bestamiler böyle özgür ortamlarda süzülüp yetişti, gerçek Müslüman sembol insanlar oldular. İslâm dünyası, kaç zamandır bu iklimden mahrum. En azından geçen yüzyılın başından bu yana (Osmanlı'nın çözülme çağlarının Müslüman toplumların ruhunda açtığı yaralardan başka...) İslâm toplumları esaret sendromu ile boğuşuyor. Özgürlük alanları ister sömürgeciler, ister hakim sistemler tarafından olsun kahredici biçimde daraltılmış durumda. İslâm toplumları, bazan kendi evlâtlarının da katıldığı bir saldırıda yanaklarına vurula vurula yanakları morarmış bir dünya... Denebilir ki, tüm bu zamanlar İslâm'ın özgün eğitim vasatını ortadan kaldırmakla kalmamış, yaşanan atmosferin tahrib edici niteliği sebebiyle tersine bir eğitim devreye girmiştir. Toplumun bir kesimi, seküler bir kişilikle donatılmak istenirken, bir başka kesimi ise, "ne pahasına olursa olsun islâmî kimlik" arayışıyla yollara düşmüştür. İnsanlara, hele daha dün büyük medeniyetler inşa etmenin gururu ile yüklü insanlara, hele tarihî bir kapışmanın içinden gelen güçlerce, "esareti içine sindir, ülkenin sömürülmesine razı ol" diyemezsiniz. Yine insanlara, yüzyıllardır kişiliklerini dokuyan "islâmî kimliği ihmal et" de diyemezsiniz. İnsanları yukardan aşağıya tanımlamaya, değiştirmeye, yeni kimlikler giydirmeye çalıştığınızda da tepki görürsünüz. İslâm toplumları, en azından yüz yıldır "tepki toplumları" haline gelmiştir. Ve denebilir ki İslâm, kişiliklere bu tepki ikliminde yansımıştır. Esaretten, sömürge statüsünden, baskıcı uygulamalardan çıkış ruhunu besleyen bir ana değer halinde yansımıştır İslâm kişiliklere. O yüzden de İslâm'la toplumsal - bireysel öfkeler örtüşmüştür çoğu zaman. İslâm toplumlarındaki sancıyı ve öfke çizgisini anlamak için bu gerçeği görmek gerekiyor. Eğer "uslu" kişiliklerden söz etmek gerekseydi İslâm toplumlarında, bugün Türkiye dahil hiçbir İslâm ülkesinin bağımsızlığı söz konusu olamazdı. Bağımsızlık için "başkaldıran adamlar" lâzımdı. Ama "İslâm'ın gülen yüzü"nü sunmak için de Mevlânâlar, Yunuslar... İslâm toplumları şimdi bu ikilemi yaşıyor. Sancılarımız bitmedi, öfkesiz olmaz diyoruz ve yüreğimizin bir yanında öfke var, ama öbür yanda çağın dramına şifa taşıyacak İslâm'ın özgün insanlarını arıyoruz... Acaba Amerika'ya, dünyaya "Kur'an'ın bendesi - Muhammed'in ayağının tozlarına meftun" deruni aşk insanı Mevlânâlar, Yunuslar lâzım mı? Yoksa bizim öfkeli yanımızı mı seviyorlar vurmaya gerekçe olması için? "İslâm kendi içinde özeleştiri yapsın!" Evet, yapsın. Biz de hep yumruk sıkan, hep eli silâhlı insanlar halinde resmedilmek istemiyoruz. Biz de aşklarımızla, yufka yüreğimizle anılmak istiyoruz. Ama nasıl? Hani Mevlânâ'yı yetiştirecek özgürlük ortamı? "Güler yüzlü İslâm" isteği, eğer "öteki"leri vurmak ve örtülü sömürge statüsünü sürdürmek için üretilmiş gerekçelerden ibaret değil de, ya da bir samimiyetin yansıması ise, o zaman bu talebi dile getirenlerin şu soruları kendilerine sormaları gerekir: -Neden İslâm yurtları böylesine sancılıdır? -Neden İslâm ülkelerinde özellikle Müslümanlar tarafından dile getirilen bir özgürlük, insan hakları sorunu vardır? -Neden bağımsızlık arayışı, neden sömürülme sendromu vardır? Şunu söyleyebilirim: İslâm coğrafyası sömürülme yerine adil işbirliğinin, kimliği yokedici baskılar yerine herkesin özgürlüğü doya doya yaşadığı bir barış iklimine kavuşmadan, İslâm'dan Mevlânâ üretmesini beklemek hayal olur. En "ılımlı - yumuşak başlı" Müslümanın yüreğinde bile bir öfke tohumu saklı olacaktır. 75 yıldır laik düşüncelerle eğitilen Türkiye'de en sade insanın bile içinde bir "Batı'yı sorgulama" birikimi yok mudur? Nedendir bu? Mevlânâlar, İslâm çocuklarında potansiyel olarak yaşıyor, sorun, İslâm'a o çocukların yüreğindeki Mevlânâ'yı gün yüzüne çıkarma fırsatının, yani özgür ortamın verilmesinde...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |