|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yıllar önce, ailemle Kastamonu dolaylarından geçerken yolda mola vermemiz icab etmişti. Arabamızı kenara çektiğimizi gören ihtiyar bir amca yanımıza yaklaşıp bizi bahçesine davet etti, biz de mea'l-memnûniye davete icabet edip biraz da dinlenmek amacıyla ağaçların altına oturduk. Tabiatıyla önce karşılıklı hâl hatır soruldu ve sonra sıra benim ne işle meşgul olduğuma geldi. Ben de henüz o yıllarda böyle bir suâle doğrudürüst ne cevap vermem gerektiğini bilemediğimden, hem de biraz latife etmek maksadıyla, kısaca, "okur-yazar'ım" diye cevap verdim. Hayretler içindeki ihtiyar, "Hiç böyle meslek olur mu?" dercesine "İyi ama oğlum ben de okur-yazarım" diye sinirli sinirli mukabelede bulununca, "Fakat amca!" dedim tebessüm ederek; "ben hep okur-yazarım." "Okur-yazarlık", "meslek" sözcüğünün hem ıstılahî, hem de lugavî mânâsını kapsayacak şekilde, benim, benim ne iş yaptığımı merak edenlere verebileceğim en iyi cevap oldu yıllar boyunca... Çünkü hakikaten, okumak ve yazmak, genç yaşlardan beri sâliki olduğum meslek'in adıydı; ve ben o zamanlar mesleğimi daha sarih ifade edebileceğim bir "işaret"ten yoksun bir halde yoluma devam ediyordum. İtiraf etmeliyim ki bu cevap beni ne kadar tatmin ediyorsa, muhataplarımı da o denli rahatsız ediyordu. Allahtan, sonraları bazı genelgeçer mesleklere intisab ettim de böylelikle başkalarına rahatsızlık vermek vebalinden kurtulabildim. Sahip olduğum meslek-i hakikîyi işitenler, her nedense cevabımı yeterli bulmazken, hakikatte sahibi olmadığım mesleklerin adlarını duyunca başka bir sûal sormaya ihtiyaç duymuyorlardı artık. (Şimdi ben de, onlar da çok mutluyuz.) Bu bakımdan "okur" üzerine birşeyler yazmak gereği duyduğumda, karşımda duran bir "şey"e işaret etmekten çok, her defasında kendimin de içine dahil olduğu bir topluluğu varsaydım zihnimde... Hiçbir sûretle "dışarıdan" veya "yukarıdan" ya da "karşıdan" yazdığımı düşünmedim aslâ; bilâkis hep "içinden" yazdım, içimden geldiği gibi yazdım. Sanırım okur da bu nedenle olsa gerek, -her nerede olursa olsun- yazdıklarımı okurken okuduklarının yazarını kendi içinden biri olarak telâkki etmekte tereddüt göstermedi. İşte bu gerekçeye binâen, okurları, güya kendimce "akademik ukalâlık" taslayıp aşağıdaki şekilde tasnif etseydim ve ardından da birtakım istatistikler filan verip tumturaklı yorumlarda bulunmak işgüzarlığına kalkışsaydım, bir düşünsenize, kimbilir ne kadar da ahmakça addedilebilecek bir iş yapmış olurdum: a) Kitap okurları b) Dergi okurları c) Gazete okurları "Okur", bu sıfatı, okuduğu metinlere nisbetle alsaydı ve kezâ bu sıfat, ona eyleminin sûretinden ya da muhtevasından değil de, eyleminin kendi üzerinde gerçekleştiği nesneden hareketle verilebilir olsaydı, belki de böyle bir tasnifin savunulabilir bir tarafı olduğunu/olabileceğini söyleyebilirdim. Ne var ki ben dağıtımcılık yapmıyorum. Bu bakımdan okuru okuduğu metinlerin türlerine göre tasnif etmek gibi bir vazifem de yok. Okur, her ne okursa okusun en nihayet bir okurdur. Yazsa, yazmayı bir meslek edinse bile o hep okurdur. Okurluğunu gerçekleştirdiği eylemin a'razlarına değil, bizâtihi kendisine borçludur da ondan! Peki ya, okur'u bir taksim'e tâbi tutmak da böylesi bir safdilliğin işaretleri olarak değerlendirilmeye müsait mi? Sanmıyorum. Çünkü tasnif a'razî, taksim zâtî'dir. Güçlük de buradan geliyor zâten. Bu arada bir aksilik olmaz da tasarımı gerçekleştirebilirsem, "okur"un nasıl bir taksim'e tâbi tulabileceğini/tutulması gerektiğini de başka bir yazıda göstermeye çalışacağım. Not: Birbuçuk aydır Gerçek Hayat dergisiyle alâkalı olarak okurlardan gelen ısrarlı mektuplar sebebiyle ve dergi yetkililerinin de bu husûsu her nedense okurlarına açıklamak lüzûmunu hissetmemesinden ötürü, şimdilik şu kadarını söyleyebilirim ki: Ben izne ayrılmadım, bilâkis dergiden ayrıldım.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |