|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Toplumların hayatında her zaman güzel veya sıkıntılı olaylar yaşanır. Çünkü, insan hayatı gibi, toplumların da "inişli ve çıkışlı" bir hayat yolu vardır. Toplumsal kader diye nitelendirebileceğimiz bu olaylar dizisi, çoğu zaman toplumların tüm fertleriyle ilişkilendirilebilir. Yani, her toplum; bir manada "kendi kaderini hazırlamakta"dır. Aslında, İslam inancında da oldukça önemli bir yer işgal eden, "her toplumun bir ecel'i vardır" ifadesi, bu önemli gerçeğe işaret etmektedir. Her toplumun kendi kaderini elinde tutması, bir başka toplumun; kendi gerçeğini ve menfaatini terkederek diğerinin tarihi ve sosyal sorumluluğunu yüklenmesine imkan vermez. Olsa olsa, bir başka toplumu; kendi gerçeği doğrultusunda yönlendirmek ve yönetmeyi sonuçlandırabilir. Bu bakımdan, bugünün Türkiyesi; her ne olursa olsun, sosyal ve ekonomik bunalımlarını kendi gerçeği, varlığı ve insanı ile çözmek durumundadır. Bir başka toplumun mantığı ve programı ile başka toplumları hayata kavuşturmak, sistemli bir hayata yöneltmek mümkün değildir. Bunu, insanlık tarihinin çeşitli dönemlerindeki "kültür alışverişlerinden" bilmekteyiz. Ne zaman ki, bir sistem; başka bir sistemi aynen almış; onun fikir, sanat sosyal veya ekonomik modelini aynen benimsemiştir; alıcı sistemin ömrü ve etkinliği uzun süreli olmamıştır. Çünkü, sosyal sistemlerin temelinde toplumsal kimliğin özellikleri ve beklentileri yer almaktadır. Ayrıca bu toplumsal kimlik, uzun tarihi ve sosyal tecrübelerin birikimi ile şekillenmektedir. Farklı bir aile ve ortamında yetişen bir insanı; nasıl bir başka aile ve ortama adapte etmeniz son derece zor ise; toplumsal kimliği bir kenara bırakıp; başka toplumsal kimlik ve toplumsal kurumlara adapte etmek de o kadar zor ve hatta imkansızdır. Bütün bu hususlar da gösteriyor ki, toplumsal kimlik; canlı, değişken, duygusal ve inanç yüklü bir değerdir. Onun bir coğrafya ve tarihi süreçte oluşumu, nasıl mantıki ve psikolojik unsurlar taşıyorsa; ortadan kalkması da aynı derecede tabii şartların sonucunda gerçekleşebilmektedir. Bu tabii gerçeği, Türkiye'nin gelişim ve değişim çizgisine uyguladığımızda; toplumsal sistemin, tabii ve sosyal gerçekler gözönüne almadan değiştirilmiş olduğunu ve bunca sıkıntı ve çözümsüzlüğün temelinde bu tür "suni yönelişler"in varlığını görürüz. Türk sosyal yapısı, tarihi ve sosyolojik gerçeklerin dışında biçimlenmiş olması sebebiyle, sürekli bünye devamlı rahatsızlık göstermekte; bir türlü rahat ve huzurlu gelişimlere imkan vermemektedir. Bu yüzden, krizler geçici bir vakıa olmak yerine; kronik ve sürekli bir eğilim göstermektedir. Tek kelime ile, toplumsal hastalık, arasıra görülmek yerine; devamlılık arzetmektedir. Böyle bir durumda, gözümüzü tekrar toplumsal sistemin fikri, sosyal ve mantıkı temellerine dikmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Toplumsal yapılanmanın yeniden gerçek temellerine oturtulması icabediyor. Burada iki kavram, büyük önem taşımaktadır: Sistem ve sorumluluk. Çünkü bir ülkenin yönetimi, sistemli olmak zorundadır. Bu sistem, hem mantık itibariyle ve hem de teknik açıdan gereklidir. Toplumsal sistem; her unsurun yerli yerine ve ölçülü bir biçimde konulması ile gerçekleşebilecek hassas bir yapılanmayı gerektirir. Mesela; toplumsal sistemin adalet ve ehliyet üzerine oturmaması, yapılacak tüm organizasyonların hedefine ulaşmamasına yol açar. Ayrıca, bu toplumsal sistemin, herkesin eşit bir şekilde faydalandığı bir özelliğe kavuşması gerekir. Bunun için de, toplumu yöneten kuvvetlerin "dengeli" bir biçimde dağılımı gerekmektedir. Mesela; devlet adına hareket edenler; halka karşı sonsuz hakimiyet içerisinde bulunmamalı; onları da halk adına denetleyen kurumlar bulunmalıdır. Ve bu kurumlar; halkın toplu olarak şikayeti üzerine, referandumla değiştirilebilmelidirler. Evet, sistem; ancak toplumsal sorumluluk ile ayakta durabilir ve gereken fonksiyonunu yerine getirebilir. Ama, bunun için sorumluluk sahibi, bilgili ve şuurlu toplumsal gruplar gereklidir. İnsan nüfusunun arttığı, teknik ve ekonomik gelişmelerin alabildiğine geliştiği bir dönemde; kişisel kontrol ve mücadele süreçleri yerine; uzmanlaşmış örgütlerin halk tarafından oluşturulması ve sistemi denetleme etkinliğine ulaşması gerekiyor. Bu yapılamadığı müddetçe, ne sistemin gerçekten işleyebilmesi ve ne de sistemi yönlendiren iktidar güçlerinin suistimallerine dur denilmesi mümkün olabilecektir. İçinde bulunduğumuz bunalım dönemi, bilinci ve örgütlenmiş bir halk çalışmasını gerekli kılmaktadır. Bu çalışma; sadece heyecan ve güven yüklü bir çalışma değil; planlı, projeli, bilgi ve araştırma gruplarının verilerine bağlı olmak durumundadır. Herşeyden önce de, Türk toplumunun tarihi ve sosyolojik özelliğine uygun bir çerçevede şekillenmiş; toplumsal değer ve kabiliyetleri dikkate alan, "insanımıza öz" bir "yeniden yapılanmayı" ortaya çıkabilmelidir. Bilinmesi gerekli gerçek; diğer toplum ve medeniyetlerin sistemini alarak değil, onların bilgilerinden istifade eden bir sistem işçiliği ve sorumluluğu ile; bunalım ve krizleri, geçici birer sıkıntı ile toplumsal hafızamızda önemsiz bir hatıra haline getirebilmektir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |