|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün birçok insan, nasıl bir reçete ile krizden çıkışın gerçekleşeceğini merak ediyor. Ben, bir sosyal bilimci olarak, çözümün kendi gerçeğimizde ve kaynaklarımızda olması gerektiğini ısrarla belirtmeye çalışıyorum. Çünkü; biliyorum ki, birçok insan, gelecek günlerin ağır faturasını nasıl ödeyeceğini hesabediyor. Başkalarına tavsiye etmek durumunda olan, ben bile; hiç beklenmedik bu krizin kendime düşen ciddi bir payını ödemek durumundayım. Ama bilmemiz gerekir ki, böyle zamanlarda "hayal kurmak" ve mevcut gerçekleri görmezlikten gelmek çare değildir. Aslında, yaşadığımız ekonomik kriz; Türkiye'deki ekonomik potansiyelin yetersiz olmasından, ekonomik kaynakların iyi kullanılmadığından veya ekonomik birikimin azlığından değildir. Ülkenin siyasi ve idari yapısında yer alan birtakım "fırsatçı" grupların tüm sistemi, kendi menfaatlerine endekslemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bir diğer ifade ile, toplumsal imkanları bazı ayak oyunları ile kendinde toplayan bir grup "örgütlü siyasi mafya"nın, sistemi kontrollerine almasından kaynaklanıyor. Belki bazılarına bu değerlendirme çok basit ve peşin hükümlü gelebilir ama; son birkaç ay içerisinde çeşitli bürokrat, akademisyen ve iş adamlarının satır aralarında söylediği gerçek budur. Peki ne olmuş da, ülkenin kilit noktaları, siyasi sistemi ve stratejik merkezleri bu kimselerin eline geçebilmiş?. İşte bu noktada, dürüst kesimlerin sorumluluğu gündeme gelmektedir. Nasıl olmuş da, haktan, hakikatten, doğrudan yana insanlar; kaynakları, yetkileri ve kurumları bu insanların kontrolüne vermiş ve onların yağmasına imkan hazırlamıştır. Evet, hep hırsıza suç bulmayalım; biraz da, hırsızlığa müsait olan "ev sahibi" hakkında konuşalım! Ülkemiz, bu toplumun nimetlerine layık olmayan aydın ve yönetici kadroların elinde kalmıştır. Cesareti, bilinci, çabası, samimiyeti yeterli olmayan "sözde aydın vatandaşlar" bugünkü tablonun gerçek hazırlayıcılarıdır. Dünyanın her yerinde, vurguncu, hırsız, sömürücü ve talancılar bulunur. Ama, sistemi ve insan haklarını muhafaza etmek düşüncesiyle hareket eden "sorumlu aydın"lar; bu toplum bozucularına fırsat vermez; onlardan gelecek kötülükleri engellemek için, ellerinden gerekli tedbirleri alarak onlara fırsat vermez. Bilindiği gibi, sıhhatli toplumlarda, kötülükler ciddi bir muhalefet ve direnç ile karşılaşır ve gelişme imkanı bulamazlar. Sosyal bünyenin zayıf olduğu zamanlarda, her türlü fesat ve ahlaksızlıklar kolaylıkla yayılma imkanı bulurlar. Felaketlerin sürekli tasvirini yapmak ve çıkış yolu teklif etmemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Öncelikle halk olarak, yakınlarımız ve dostlarımızla birçok şeyi dürüstçe paylaşmak zorundayız. Paylaşacağımız konuların başında, ülkenin kaderi gelmektedir. Ülkenin kaderini elinde tutanlar, halka hesap vermek veya en azından halkı anlıyacağı şekilde aydınlatmak zorundadırlar. Bu bakımdan, halkın en temel hakkı; kendini idare edemeyen ve bunu siyasi, sosyal ve ekonomik politikası ile ortaya koyamayan yönetimlerin çekilmesini istemektir. Demokratik sistemlerin de en köklü sigortası bu yönüdür. Yönetimler; halkın anlayış, kültür, ahlak ve ibadet gibi; köklü değerleri ile mücadele edip, onları zayıflatmak değil; bizzat halkın içinde yaşattığı köklü örfler ve gelenekleri güçlendirmeye çalışmak durumundadır. Meşru şekilde oluşmuş hiçbir siyasi iktidar, halkıyla savaşmaz ve onun yaşattığı değerleri ortadan kaldırmaya kalkışmaz. Eğer böyle yapılıyorsa, bu yönetimde bir rahatsızlık veya samimiyetsizlik olduğu söylenir. Bu yüzden, özellikle kriz dönemlerinde, toplum-devlet kaynaşmasının sağlanması ve bunu istemeyenlerin ise toplum dışı ilan edilmesi gerekir. "Güçbirliği seferberliği" içerisine girmek; uzman, akademisyen ve işadamlarından oluşan çeşitli kriz grupları oluşturmak zorundayız. Bu gruplar, halk adına çeşitli konularda inceleme ve araştırma yapıp; raporlar hazırlamalı ve toplumu aydınlatmalıdırlar. Ancak, bu şekilde ve bu tür kapsamlı bir bilgiyle, toplum; içinde yaşadığı ülkenin halini ve geleceğini belirleme şansını yakalayabilir. Dürüst, samimi ve ahlaklı toplum gruplarının birbirleri ile samimi dayanışmalarının varlığı, en önemli konuların başında gelmektedir. Çeşitli grupların kendi grup dayanışmaları yanında, diğer gruplarla da işbirliği ve diyalog içerisine girmeleriyle, güçlü bir kamuoyu oluşacak; ve bu gücün organizesi ile toplumdaki parazit ve sömürücü odaklar, güçlerini kaybedeceklerdir. Bütün bu gibi konular, aslında içinde yaşanılan bir ülkeye ve onun geleceğine "el koymak" demektir. Bu toplumun samimi ve dürüst insanları, kendi ülkelerine ve onu yönetme politikasına ağırlıklarını koymazlarsa; mutlaka, kötü niyetli birileri, onların yerine bu görevi üstleneceklerdir. Bu yüzden, herkesin kişisel ve ailevi sorumluluklarının yanısıra, toplumsal sorumluluk yüklenmesi gerekiyor. Bu sorumluluk bilgi; cesaret, takip, sorgulama ve destek gibi birçok fonksiyonu üzerimize yükleyecektir. Bilelim ki en büyük kurtarıcımız; birlik ve sahiplik şuurudur. Bugün toplumsal sistemlerini geliştirmiş, ekonomik ve sosyal problemlerini önemli ölçüde çözmüş ülkelerin insanlarına baktığımızda, görebileceğimiz en büyük özellik; kendi ülkelerinde bir "sığıntı gibi yaşamak"tan çok, bir "sahip ve efendi" gibi hareket etmeleridir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |