T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
İslâm Felsefesi'nin özgünlüğünden söz edilebilir mi? (II)

Geçen yazımızda, İmam Gazâlî'nin felsefe eleştirisini özgün bir felsefî düşünce biçimi, farklı bir terkîb, yeni bir üslûb olarak yorumlamak yerine, bu eleştirinin umûmiyetle "felsefe'yi yıkmak, özgür düşünceyi boğmak" şeklinde değerlendirildiğine işaret etmiştik. Nitekim aşağıdaki ifadelere hemen her piyasa kitabında rastlayabilirsiniz:

- "Felsefe, kültür tarihimiz açısından bağımsız bir etkinlik olarak sürekliliğini korumuş bir alan olarak görülmemektedir. (:..) Bu olgunun şüphesiz çok değişik sebepleri bulunabilir; ancak felsefe faaliyetindeki kesintinin veya düşünce faaliyetinde nitelik değişikliğinin sebepleri ortaya konurken kendisinden bahsedilen tek ortak ismin Gazalî olduğu görülür." (Rahmi Karakuş, Felsefe Serüvenimiz, s. 9, İstanbul, 1995)

Bu tesbiti ciddiye alan bir zihniyetin, şu zavallı hükmü vermesi şaşırtıcı mıdır?

- "Felsefenin ülkemizde bağımsız bir disiplin olarak yeniden varlık göstermesi, daha ziyade, 'Batılılaşma' sürecinin yaşandığı 19. yüzyılda görülmektedir." (s. 10)

Yani, felsefe bizim tarihimizde "bağımsız bir etkinlik" olarak sürekliliğini koruyamamış, belki nisbeten İmam Gazâlî'den evvel varmış ama onun eleştirisi sonunda kesintiye uğramış, derken XIX. yüzyılda 'Batılılaşma' ile birlikte tekrar ortaya çıkmış!?

- "Bizde Gazalî'den sonra Tanzimat yıllarına kadar felsefe'nin toplumsal anlamda kabul edilmesi veya meşrû bir disiplin olarak görülmesi söz konusu değildir!" (s. 11-12)

Gazâlî'nin vefat tarihini bir hatırlayalım isterseniz: h.505/m.1111.... Peki Tanzimat ne zaman ilan edildi? 1839'da.... Demek oluyor ki kesinti Gazâlî'yle (XII. asırda) başlıyor, Batılılaşma dönemine (XIX. asra) kadar sürüyor.

Selçukluları bir kenara bırakırsak, Osmanlı döneminde felsefe bağımsız bir etkinlik olamamış? Felsefe deyince Batı felsefesini anlayan araştırmacımız, acaba İslâm felsefesinin hangi kaynaklarını orijinalinden tedkik etmiş, bu kesinti asırlarında kimlerin neler yazdığına ne kadar bakmış, bu devâsâ mirasın ne kadarını ne denli lâyık-ı vechile anlamış/anlayabilmiş dersiniz?

Sözü uzatmadan cevaplayalım: Son dönemde yazılmış sade Osmanlıca metinlerini bile hatasız okumayı beceremeyen, "min haysu hüve hüve" gibi İslâm felsefesinin en önemli tabirlerinden birini "min hisi hu hu" haline çevirmekten utanmayan bu araştırmacımız, -kaynakçasına atfen söyleyecek olursak- bu asırlara ait bir tek kaynaktan dahî yararlanmaya ihtiyaç duymamış; sadece "nasıl olsa herkes böyle söylüyor" deyip piyasada dolaşan beylik yargıları yinelemeyi tercih etmiş...

İslâm filozoflarını Kindî, Farâbî, İbn Sina, Gazâlî ve İbn Rüşd gibi birkaç isimden ibaret zanneden, şayet birkaç kitap okumuşsa bu isimlere ancak İbn Bacce, İbn Tufeyl, vb. birkaç isim daha ilave edebilen genç nesillerin, kendi ilim miraslarına bu kadar bîgâne kalmalarının, kendi felsefe gelenekleriyle irtibat kurmayı bir türlü becerememelerinin, dolayısıyla ağzını her açanın bilip bilmeden "Gazâlî'nin İslâm tarihinde bilimsel ve felsefî düşünüşü öldürdüğünü" iddia edecek kadar cüretkâr davranabilmesinin nedenlerini uzaklarda aramaya lüzûm yok o halde! Temel sorun, bu toprakların çocuklarının özgüvenlerini yitirmesi, anlamadan, bilmeden kendi ilim geleneğini küçümsemesi, egemen olanı evrensel mertebesine çıkarıp elle gelen düğünü bayram zannetmesidir.

Özgünlük sorununu unsurlar düzeyinde tartışmakla vaktimizi berhava edeceğimizde hiç kuşku yok! Binaenaleyh İslâm felsefesinin özgünlüğü sorununu terkîb ve üslûb düzeyine çıkarmak, kendi ilim geleneğimizin ortaya koyduğu terkib ve üslûbun özgünlüğünü kavramak zorundayız. Nitekim çağdaş Batı felsefesinin özgünlüğü de son tahlilde terkib ve üslûb düzeyinde değil mi? Eserlerini Almanca, İngilizce ve Fransızca olarak kaleme alan çağdaş filozoflar, kadîm felsefe mirasını ulus dillerde yeniden inşâ etmekten, bu unsurlara istinaden yeni terkibler vücûda getirmekten gayrı ne yapmışlardır?

Hangi çağdaş felsefî soru(n), unsurları itibariyle "geriye götürülemez"dir? Bilimsel ve toplumsal değişimlerin hangisi, herhangibir felsefî sorunun mahiyetini değiştirebilmiştir? Yıkılan, geçerliliği kalmayan nazariyelerin tamamı terkib ve üslûb itibariyle yıkılır ve fakat anâsır-ı asliyeleri bâki kalır. İster sistem deyin, ister teori, ister söylem, ister ideoloji, isterseniz paradigma... en nihayet değişen sadece terkîb ve üslûbdur; sorunun kendisi değil!

Maksadı açık kılmak bakımından burada lisan (dil) ile kelâm (konuşma) arasındaki ayrıma işaret edebiliriz. Kişi dil'i hazır bulur, dil'e sonradan dahil olur, dil kimseye ait değildir; öznesi de, muhatabı da, zamanı da yoktur ve fakat dil içinde gerçekleşiyor olmasına rağmen her konuşma'nın bir öznesi, bir muhatabı ve bir zamanı vardır. Konuşma bir terkîbdir ve her konuşma'nın öznesine mahsûs bir üslûbu vardır. Dilin altına imza atamazsınız, ama her konuşma konuşulduğu an muhatabına imzasıyla ulaşır.

Bu bakımdan özgün olan sadece konuşma'dır ve böyle olduğu içindir ki değişen de sadece konuşma'dır, dil'in mahiyeti değil!


24 Mart 2001
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED