T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Zaman sanki bir rüzgar...

Hepimiz çocuktuk.. Yaş ortalamamız, 13-15 arasıydı... Arada bir bize takılan, yaşı bizden çok büyük, ama çocuk ruhlu bir arkadaşımız vardı..

Galiba hafif kaçıktı..

Bazan yanında, partal elbiseli, sakalı uzamış, sarışın bir Alman'la gelirdi.

Sonra alçak sesle, bize bu Alman'ın sırrını anlatırdı..

-Bu adam bir atom fizikçisi.. İkinci Dünya Savaşı'nda, Ruslar'a esir düşmüş.. Onu KGB'nin elinden alıp, İstanbul'a kaçırdım.. Şimdi bizim evin garajında devr-i daim makinası imal ediyoruz!..

O sıralarda henüz Ecevit siyasete girmemişti..

"Köy-kent" icad etmeye başlamamıştı henüz..

Adı Muhlis'ti o adamın..

Soyadını kimse bilmezdi.

Hepimiz, bu çocuk ruhlu adama "Muhlis Bey" der, geçerdik..

Bir gün yine geldi yanımıza..

Türkiye'nin içinde bulunduğu zor durumdan bahsetti.. Dışarıda ve içeride, düşmanlar tehdit ediyordu ülkeyi..

Sonra gözünü, uzaktaki bir noktaya dikti..

Sağ elinin ayası ile çenesini tutup, başını dönmeye zorladı.. Boyun kıkırdaklarını çıtırdattı..

Kısık bir sesle konuştu arkasından..

-Elbet bir gün bu memleket bizim elimize geçecek.. Hepsinin canına okuyacağım, dedi..

O zaman, Mesut Yılmaz herhalde 6-7 yaşındaydı..

Henüz memleketi eline geçirmemiş ve kimsenin canına okumamıştı daha..

Boğaziçi'nde, Yeniköy'deydik..

Yürüyerek Tarabya'ya giderdik..

Bir gece, mehtabın izini kovalayarak, yine yola düştük..

Tarabya'da, Alman sefaretinin yarı-meczup bir bahçıvan yardımcısı vardı..

Yolumuzu kesti..

-Oturun.. Size hayatımın sırrını anlatacağım, dedi..

Sefaretin iskelesinin dayandığı rıhtıma oturduk..

Anlatmaya başladı..

-Ya 1942, ya da 1943'tü.. Yine böyle bir mehtaplı geceydi.. Sigaramı yakmış, burada oturmuştum.. Mehtabın, Boğaz sularına yansımasını seyrediyordum.. Birden denizin suları fokurdamaya başladı.. Sigaramı söndürüp, heyecanla beklemeye başladım..

Bizler de meraklanmıştık adamın anlattıklarından..

-Sonra ne oldu, diye sorduk.

Devam etti yarı-meczup bahçıvan yamağı..

-Sular fokurdadı.. Derken bir denizaltının periskopu çıktı suyun yüzüne.. Arkasından sular yarıldı ve simsiyah bir denizaltı çıktı suyun üstüne.. Kıyıya, iskeleye yanaştı.. Kapağı açıldı.. Denizaltıdan, Hitler'in büyükelçisi Von Papen çıktı. İskeleye atladı.. Eğildi.. Denizaltıyı alıp, katladı.. Cebine koydu.. Sonra hızlı adımlarla, sefaretin bahçe kapısından geçip, içeri girdi..

Biz, ağızlarımız açık, dinliyorduk..

1950'lerin başındaydık..

Belli ki bu yarı-meczup adam, o dönemde gazetelerde tefrika edilen "Hitler'in cep denizaltıları"na ait yazıları okumuş ve zihninde, böyle bir "cep denizaltısı" tasarlamıştı..

Almanya, savaşın yenik, yıkık tarafıydı.. Henüz "Alman mucizesi"nden söz edilmiyordu..

Evlerde Alman dadılar, fabrikalarda Alman teknisyenler, "misafir işçi" olarak çalışırlardı..

İstanbul Rumları, henüz "6-7 Eylül faciası" yaşamamışlardı.. "Fetih"ten beri olduğu gibi, yine bizlerle birlikte yaşıyorlardı..

Bu İstanbullu Rumlar'dan birini, uzun yıllar sonra, Atina'da bir lokantada garsonluk ederken gördüm..

Masama geldi.. El sıkıştık, öpüştük..

-Nasılsın Yorgo, dedim..

Boynunu büktü.. Kulağıma fısıldadı..

-Çağanoz gibiyim.. İçime kapandım.. Bunlar gavur.. Ah şu İstanbul'da kalabilseydik, ne iyi olurdu, dedi..

Herhalde Yorgo ölmüştür..

Çocukları ise, o eski İstanbul'u neden bilebilirler?

Zaten, çocukluğumun İstanbul'undan ne kaldı ki geriye?

ŞAKA

Endülüs'te raks!..

Ecevit, İspanyol işadamları ile görüşmüş ve onlara "Türkiye'de yatırım yapın" çağrısında bulunmuş..

İspanyol işadamları, Ecevit'i görünce herhalde şöyle düşünmüşlerdir..

-Böyle enerjik bir yöneticisi bulunan, genç ve dinamik bir ülkeye, hemen yatırım yapalım!..

Bazı işadamları da, herhalde şöyle düşünmüştür..

-Keşke bu Ecevit, İspanya'nın başbakanı olsaydı.. Avrupa Birliği'ne hemen rest çekerdik!..

MEHMET ÖZEL

28 bakanlı genel müdür!..

Ender Ergün yönetimindeki İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, sezonun son konserini, geçen pazar günü verdi..

3'üncü Selim'le, Lemi Atlı'yla, Abdükadir Meraği'yle başlayan konser, nefis bir Kürdilihicazkar fasıl denemesi ile devam etti..

Kemani Tatyos'un "Ehl-i aşkın neşvegahı kûşe-i meyhanedir"den, Sarı Onnik Efendi'nin "Bu gönül ne güldedir, ne Gülşendedir"ine geçtik.. Sonra Mahmut Celaleddin Paşa'nın "Sen beni bir buseye ettin feda"sı, Asdik Ağa'nın "Hançer-i ebrusu saplandı dile"si, Bimen Şen'in "Her gece semada ararım seni"si geldi..

Türkiye mozayiğini, müziğe kendimize kaptırarak, bir tarih sürecinde yeniden yaşadık..

Bu sezonun son konserinde, 1971'den beri görevde bulunan Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Müdürü Mehmet Özel de vardı..

Tam 28 değişik Kültür Bakanı ile birlikte çalışan ve bu arada, orkestraların, koroların, anıtların, kültür şölenlerinin altında imzası bulunan Mehmet Özel'in emekli olması dolayısıyla, Klasik Koro ve biz izleyiciler, onu ayakta alkışladık..

Mehmet Özel, Türkiye'de "bürokrasi"nin sadece "engel" değil, "hizmet" anlamına da gelebileceğini, 30 yıl Güzel Sanatlar Genel Müdürü olarak kanıtladı..

Geçen pazar, "müzik" ve "hizmet", birarada değerlendirildi bu konserde.


6 Mayıs 2001
Pazar
 
MEHMET BARLAS


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED