|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye'de merkezin yeniden yapılanmasına ilişkin askeri iradenin dışında belirleyici bir güç mevcut değil. Mevcut siyasi gelenek, kendini yenileme, toplumu daha özgürleştirici, ülkenin imkanlarını daha verimli hale getirirken daha adil bir paylaşımı sağlama gibi yapısal değişime imkan tanımıyor. Bu nedenle sistemi ve toplumu dönüştürecek yapısal kararlar büyük ölçüde dış faktörlerin dayatmasıyla gerçekleşebilmektedir. İşin paradoksal tarafı şu ki, dış faktörlerin devreye girmesine yol açan iç tıkanıklık yani statüko da son ana kadar dış faktörlerin desteği ile ayakta durabilmektedir. Yani kendiliğinden bir değişime imkan tanınmayan (izin verilmeyen) bir coğrafyada yaşıyoruz. Siyasal kurumların "dış" etkiye bu kadar açık olduğu bir yapılanmada insanların doğal olması, doğallıklarıyla tercih belirtmeleri, kendi tercihleriyle toplum ve siyasete şekil vermeleri beklenemez. Türk toplumunda temel sorun ister resmi ister sivil olsun, insanların doğal davranamamaları ve bunun sonucu da toplumun ve bireyin yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşma olgusu siyasete güçsüz, edilgen, uzun vadeli stratejiler geliştirmekten çok popülist eğilimlere prim veren bir karakter kazandırıyor. Türk siyasetinde en belirleyici aktörler genelde merkez sağ ağırlıklı siyasi partiler olmuştur. Tüm önemli yapısal değişiklikler muhafazakar sağ partiler eliyle gerçekleştirilmiştir. Menderes'ten Özal'a kadar uzanan çizgi bunun en iyi göstergesidir. Bu çizginin bir başka özelliği de yukarıda işaret ettiğimiz hususun devamı olarak uluslararası konjonktürün talepleri doğrultusunda yani dış faktörlerin doğrudan etkisi altında gerçekleşmiş olmasıdır. Liberal-sol değişim
Derviş'in bakan olarak arz-ı endam ettiği andan itibaren ufukta görünen yapının dış karakterini kimse inkar edemez. Görünen o ki, önümüzdeki dönem; 1980 sonrası Özal eliyle gerçekleştirilen Türkiye'nin "dünya sistemi"ne entegre edilmesini sağlayan operasyona benzer bir değişim yaşanacak. Bunun mimarının da Kemal Derviş ya da onun temsil ettiği siyasal çizginin uzantısı marifetiyle gerçekleştirileceğini söylemek artık tahmin olmaktan çıkmış görünüyor. Bu durumun başka bir anlamı ise; Türk siyasetindeki yapısal değişimi gerçekleştirecek aktörün kimliğinin bu sefer farklı olacağıdır. Yani siyasetteki yeniden yapılanma liberal sol bir merkez tarafından gerçekleştirilecek demektir. Nitekim Kemal Derviş'in gelir gelmez siyasal tercihinin sol karakterine vurgu yapması ile başörtüsü gibi konularda daha özgürlükçü mesajlar vermesi hem geleceğe ilişkin misyonu hem de değişimin karakteri konusunda işaretler taşımaktadır. Bu noktada kriz sonrası değişimin tekrar muhafazakar sağ merkeze ihale edileceği öngörüsü şimdiden geçersizliğini ilan etmek üzeredir. Merkez sağı toparlamaya niyet eden onlarca aktörün yanılgıları sadece merkez sağın rolüne ilişkin beklentilerde değil şüphesiz. Merkez sağın devre dışı bırakılmasıyla Amerika'nın özgürlükler ve özelde Müslümanlar'a yönelik baskıların kaldırılmasına ilişkin beklentileri konusunda yeniden düşünmelerini gerektirmektedir. ABD'nin İslam korkusu
ABD'nin IMF ve Dünya Bankası kanalıyla Türkiye'ye kredi yardımı yapmaya karar verirken gözönünde tuttuğu birinci dereceden öncelikler, postmodern darbe ile global sistemin patronu Amerika arasındaki doğrudan bağlantı tezimizi güçlendiriyor. The Washington Post gazetesinde (27 Nisan 2001 tarihli) Steven Pearlstein ve Manny Fernandez'in haber analizlerinde belirttiklerine göre Bush yönetiminin Türkiye'deki krize el atmasına neden olan en büyük gerekçe potansiyel İslam fundamentalizmi tehlikesidir. ABD dış politikasına yön veren departmanların, ekonomik krizin ülkede İslam fundamentalizmini güçlendireceği uyarısını yapmaları üzerine 10 milyar dolarlık kredi paketinin açılmasına izin veriliyor. The Washington Post'un bu analizi üzerine daha farklı yorumlar yapmak, bunu açımlamak mümkün. Ancak, Türkiye'de İslamcılık'la bir yere varılamayacağı kanaati ile muhafazakar sağ ufuklara yelken açmayı düşünenlerle; İslamcılar'a, kurtuluşlarının ABD önderliğindeki globalleşmeye ayak uydurmaktan geçtiğine ikna etmeye çalışanların söylemlerini gözden geçirmelerini gerektirmeli. Dahası bu telkinleri içselleştirip yeni bir retorik geliştirmeye çalışanların olup biteni iyi "okumaları" gerekmektedir. En azından fundamentalist İslam gibi 90'lı yılların başından kalma söylemin hâlâ strateji belirlemede önceliğini koruduğu unutulmamalıdır. ABD'nin Türkiye ve İslam dünyası bağlamında tutumu hakkında iyimser olmamamızı gerekli kılan elimizde bol miktarda örnek var. Amerika'nın fundamentalist İslam tanımı ve buna ilişkin aldığı "önlemler" hakkında yeterince fikir sahibiyiz. Hem Derviş eliyle gerçekleştirilmesi öngörülen yapılanma modeli hem de ABD'nin İslam'a ilişkin niyetleri; imkanları ve ideolojisi açısından muhafazakar sağcılığa umut besleyenleri şimdiden sükut-u hayale uğratmaya yetmektedir. Derviş'in dillendirdiği özgürlükle ABD'nin İslam fundamentalizmi korkusunu ve bir de 28 Şubat'ın korkularını bir arada düşünmeden yeni dönemi sağlıklı okuyamayız.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |