T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Üçüncü yol açık duruyor

Türkçe'deki "Doluya koysam almaz, boşa koysam dolmaz" deyişi insanın çaresizliğini anlatmak için kullanılır.

Bu sözde kullanılan unsurlarla kurulan mantıkta insan kendisini tam bir açmaz içinde hissedebilmek için gerekli araçlarla donatılmıştır diyebiliriz. Elimizde üç unsur bulundurduğumuzu farzetmekteyiz: Birincisi, kendisiyle bir şeyleri doldurmak istediğimiz bir "nesne"miz varbulunuyor. Biz, bu nesneyi, elimizde, biri dolu, öteki boş bulunan başka iki nesnenin içine sığdırmak mecburiyetiyle karşı karşıya bırakıldığımızı düşünmekteyiz. Açmaz şurdadır; elimizdeki nesneyi dolu olan kaba sığdırmaya kalkıştığımızda geriye bir şeyler artmakta, yani o nesneyi o kaba sığdırmayı başaramamaktayız. Öte yandan aynı nesneyi boş kaba koymayı denediğimizde, bu kez de, kabımız büyük gelmekte... Böylece, bir türlü dengeyi sağlamayı başaramamakta olduğumuzu görerek çaresizliğimizi hissetmekteyiz.

İnsan gündelik hayatında böylesi açmazlarla karşılaşabileceği gibi, onun düşünce hayatı da benzer açmazlarla tarih boyunca karşı karşıya gelmiştir. Varlığı maddeden başlatan düşünürlerle onu ide'den (düşünce) başlatan düşünürler, varlığı kendi görüşlerine indirgemek (irca etmek) istediklerinde değindiğimiz nitelikte açmazla karşılaşmışlardır. Denebilir ki, felsefe tarihi, temelde, bu açmazı aşma çabasından ibaret kalmıştır. Maddecilerle ruhçular arasındaki tartışmanın nedeni maddecilerin bütün varlığı (insan ve onun düşünceleri bilinci dahil) maddeye irca etmek veya maddeden neşet ettiğini ispat etme çabasında yoğunlaşırken; ruhçular da, varlığı düşüncenin (ide'nin) yansımasından veya dışlaşmasından meydana geldiğini ispat etme cehdine girmişlerdir. (Aslında bu durum, bizim, yeryüzündeki belli başlı bütün düşüncelerin, Adem aleyhisselam'dan bu yana gelen İslâm düşüncesinden kaynaklandığına, İslâm düşüncesinin birer sapması veya çeşitlemesi olarak tezahür ettiğine, veyahut da İslâm düşüncesinin yalnızca bir veçhesinin öne çıkartılarak rehber ittihaz edilmek istendiğine dair kanaatimizi pekiştiriyor.).

Aynı tartışma, farklı düzlemlerde, farklı veriler kullanılarak devam ettirilmiştir. Heraklit, varlığın hareketten ibaret olduğunu, dolayısıyla bizim "varlık" dediğimiz şeyin aslında "oluş"tan ibaret olduğunu ileri sürerken, Zenon hareket diye bir şeyin olmadığını, bize hareket gibi görünen şeyin duyu yanılması olduğunu, varlığın her ne ise o olarak kaldığı (özdeşlik) görüşünü ileri sürüyordu. Felsefe tarihi boyunca bu temel mesele, araya nüanslar, farklı ayrıntılar, bazı farklı unsurlar konulmak suretiyle tartışma alanının gündemini teşkil etmeyi sürdürmüştür.

Aynı tartışmanın uç noktasını 19. yüzyılın başlangıcından itibaren iki görkemli diyalektikçi temsil etmiştir: Hegel ve Marx. Fakat bu tarihe gelinceye kadar kavramlar öylesine birbirinin içine girmiş ve birbirleriyle öylesine halitalar teşkil etmişlerdir ki, çoğu yerde kimin kimden etkilendiğini veya neşet ettiğini söylemek güçleşmiştir. Hegel kendisini Heraklit'in mirasçısı sayarken, Marx'a göre o "idealist" (yani Platoncu) çizginin mümessilidir. Oysa bizzat kendisi "yöntemini" Hegel'e borçlu olduğunu söylüyor. Fakat son tahlilde tabiî bunlardan biri "idealist" (düşünceci) ana cadde üzerinde, öteki maddeci ana cadde üzerinde yerini alıyor.

Dinî eğilimleri olan düşünürlerin de genelde ideal (idealist=düşünceci) yöntemi benimsemesi; dini reddedenlerinse maddeciliğe eğilim duyması Batı düşünce tarihinin nerdeyse kuralı halinde ortaya çıkmıştır. Ne var ki, felsefenin verilerinden hareket ederek ileri sürülen görüşlere bakıldığında, münazaranın her iki tarafında yer alanların birbirlerini ikna etmeyi başaramadığı; her iki tarafın da "doluya da koysa, boşa da koysa" dengeyi tutturamadığı görülmektedir. Bunun sebebi, günümüzden geriye bakıldığında anlaşılabilir bir gerekçeye dayanıyor. Çünkü din, felsefecilerin onu ele aldıkları düzlemde değil, ancak kendisine ait düzlemde ele alındığında anlamlı ve anlaşılabilir bir yere oturtulmuş olurdu. Oysa felsefe, dinden aldıklarını da profanlaştırmış, onları kutsal muhteviyatlarından boşaltmış ve boşandırmıştır. Pascal'ın, Allah'a seslenişindeki: "Ya Rabbim, filozofların, bilginlerin Tanrısı değil; İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un Tanrısı!" ifadesi ilâhî olanla profan olan arasındaki kesin çizgiyi belirliyor. Ama gene de, bilginin Tanrısının Hz. İbrahim'in Tanrısının izdüşümü olduğu ve ondan ilham aldığı gözden kaçırılmamalı.

Böylece ister idealist yöntemle olsun, ister materyalist yöntemle olsun dine yaklaşıldığında, aynı açmazın içine düşülmektedir: bu yöntemlerin mantığı kendi içlerinde yeterli sayılsa bile (ki o bile kuşkuludur), aynı mantığın din alanına uygulanması bütünüyle kısır sonuçlar doğuruyor. Çünkü filozoflar, peygamberlerin peygamber olduğu kabulünden yola çıkarak değil, fakat onları felsefeye esir alarak dine yaklaşıyor. Bu demektir ki, kullanılan mantık, kendi aslî ekseninden saptırılmış oluyor, çünkü bizzat kendisi (felsefe) böyle bir sapmanın içinde yer alıyor.


15 Nisan 2001
Pazar
 
RASİM ÖZDENÖREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED