|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dünkü yazıda 15 Mart 2003'ten itibaren yürürlüğe girmek üzere yasalaşan “İş Güvencesi Yasa Tasarısı” hakkında geçen günlerde ortaya atılan görüşleri gözden geçirmeye başlamıştık. Okuyanlar hatırlıyordur; Tasarı'ya karşı çıkan cepheyi kabaca iki gruba ayırmıştık: Hep almak isteyen, sıra vermeye gelince her zaman binbir dereden su getirmeye başlayan “Türk kapitalizmi”nin temsilcileri ve de bunlara destek çıkan kalem erbabı... “Kalem erbabı” faslını dün kısaca gözden geçirmiştik; uzatmaya gerek yok. Bugün de Tasarı'ya vargücüyle karşı çıkan “Türk burjuvazisi”nin temsilcilerinin görüşlerini gözden geçirelim: İzleyebildiğim kadarıyla “Türk kapitalizmi”nin Tasarı'ya karşı yönelttiği en veciz eleştiriyi Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün dile getirdi. Eğer son 1-2 yıldır arada bir de olsa televizyon ekranının karşısına geçiyorsanız, Aygün'ü hatırlamamanız mümkün değil. Hani şu neredeyse Allah'ın her günü bir televizyon tartışma programında karşımıza çıkıp, Kürtçe'nin nasıl bir dil olduğundan dünyanın nereye gittiğine kadar aklınıza gelen her soru hakkında kesin mi kesin cevapları olan şahsiyet! “Milliyetçi” desen en âlâsı, ekonomi desen ondan iyisi yok, dil ve kültür meseleleri desen, tutmak mümkün değil... (Dün yazdım mı emin değilim: Aygün'ün birkaç gün önce yine bir “tartışma” programında Kürtçe'nin 400 (yazıyla: dörtyüz) kelimeden ibaret bir dil olduğunu söylediğine kulaklarımla şahit oldum! Düşünebiliyor musunuz, hepsi hepsi 400 kelime... Bir zamanlar Doğu'daki medreselerin ilim dili olan Kürtçe'nin tamamı 400 kelime! Belli ki Aygün, Kürtçe'deki kelime sayısıyla işyerindeki işçi sayısını birbirine karıştırıyor.) Sinan Aygün'ün 5 Ağustos tarihli Hürriyet'in “Ekonomi” sayfasında (Dün değinmiştim, bu “sosyal-siyasal” sorun gazeteler tarafından “teknik” bir konu gibi “Ekonomi” sayfalarına hapsedilmişti.) Tasarı'yı eleştiren görüşleri de diğer görüşlerinden farklı nitelikte değildi. ATO Başkanı “İş Güvencesi Yasa Tasarısı yasalaşırsa, iş barışına virüs girer” diyordu. Bu açıklamanın açılımının şöyle anlatılması gerektiği muhakkak: Sağlıklı (yani “virüs”süz) bir çalışma hayatı, her türlü güvenceden arındırılmış bir çalışma hayatıdır. Görüyorsunuz, vazgeçtik “AB standartları”ndan filan, geride bıraktığımız yüzyılın başlarına kadar geriye götürülebilecek nitelikte “gerici” bir görüşle karşı karşıyayız. Şu sözler de Aygün'e ait: “Bu yasa iltihap yapar, iş barışı kangren olur.” (!) Farkındaysanız Aygün, çalışma hayatından sürekli tıbbî terimlerle söz ediyor. Belli ki ona göre “sağlıklı”, yani “iltihap”sız ve “virüs”süz bir çalışma hayatı bütün güvencelerin işverene tanındığı, işçilerin ise “Allah ne verdiyse” koşullarında ter döktüğü bir bünyeden ibaret. Şu veciz ifade de Aygün'ün: “İş dünyası ile inatlaşarak bu tasarının yasalaşmasını sağlamak ekonominin temellerine dinamit koymaktır.” (!) Yani özetle, hep aynı ya da çok benzer bir terminoloji. Sürekli “virüs”, “iltihap”, “dinamit” gibi terimlerin peş peşe sıralandığı, hukuk terimleriyle konuşmayı aklına bile getirmeyen otoriter bir demagoji terminolojisi... Peki, Aygün'ün kullandığı terminoloji böyle de, işverenleri temsil eden 10 kuruluş adına ortak bir açıklama yapan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) terminolojisi farklı mı? Ne gezer? Başını TÜSİAD, TİSK, MÜSİAD'ın (bakın, o da orada!) çektiği bu işveren örgütlerinin Tasarı'ya karşı kullandıkları dil de üç aşağı beş yukarı aynı renk ve kokuda. İşveren temsilcilerine göre Tasarı, “popülizm hastalığı”nın nüksettiğinin bir işaretidir. Bu “seçim tavizi” yasalaştığı takdirde “işletmelerin rekabet gücüne ve istihdama darbe” vuracaktır. Hatta şöyle tespitler: “İş Güvencesi gibi oy avcılığı araçları sahte cennet vaadidir.” (!) İş buraya gelir de TİSK Başkanı Refik Baydur özel bir açıklama yapmadan durur mu? “Olmayan işin güvencesi olmaz” (Hatırlıyorsunuzdur, bu mânasız laf olduğu gibi Ertuğrul Özkök'ün yazısında da yer alıyordu.) diyen Baydur'a göre Türkiye, rakipleri “esneklik” sayesinde zenginleşirken “katılık” yüzünden fakirleşen bir ülkedir. Bu açıklamadaki “esneklik” sözcüğünün ne anlama geldiğini anlamışsınızdır muhakkak. Bu “esneklik”, Özkök'ün söz ettiği “ayda 100 dolar”lık esneklikten başka bir şey değildir. İşverenlerin Tasarı'nın vaadettiği “sahte cennet”e karşılık teklif ettikleri “hakiki cennet” de işte bu “ayda 100 dolar”lık cennetten başka birşey değil zaten! Fazla yerimiz kalmadığı için işverenlerin benzer açıklamalarını atlayıp, benim açımdan çok “belirleyici” olan bir olaya geçeceğim: Tasarı yasalaşmadan Türk-İş, Hak-İş ve DİSK heyetleri Ankara'da TİSK ve TOBB'a ziyarette bulunup dertlerini bir kez daha anlatmak istiyor. Sendikacılar TOBB'a yöneldiklerinde yolları çevik kuvvet tarafından kesiliyor. Gelişmelerin devamını Hürriyet'ten okuyalım: “Güvenlik güçlerinin işçilerin yürüyüşüne izin vermemesi üzerine Hisarcıklıoğlu Emniyet Müdürü'nü arayarak, işçilere izin verilmesini sağladı.” Hadi şu olaya bakın da, bu ülkede kimin “güvencede” olduğuna siz karar verin! Son olarak gelelim İş Güvenliği Yasası'nın getirdiklerine: Hürriyet'te “Yasa neler getiriyor?” başlığı altında yer alan güvenceleri şöyle sadeleştirebiliriz: “Geçerli neden göstermeden işçi atılamayacak.”/ “Sendikal faaliyet işten atma nedeni olmayacak.”/ “Irk, din, siyasi görüş işten atma nedeni olamayacak.” Ve şimdi hep beraber düşünelim: “Türk kapitalizmi”nin temsilcilerinin ve onların suyuna giden kalem erbabının yok “virüs” ya da “iltihap”tı, yok “Suriyelilere kaptırılmaması gereken aylık 100 dolar” ücret diyerek hakkında onca gürültü kopardıkları “güvenceler”in şu masumiyetine bakın... Ne yani, hep almaya alışmış “Türk burjuvazisi” bu en temel güvenceler de mi olmasın istiyor? İnsaf, bir “burjuvazi”nin gözü bu kadar da aç olmaz ki...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |