|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Sezen Aksu bir süredir çalışmalarını 'etnik müzik' üzerinde yoğunlaştırdı. Daha önce 'Türk-Yunan müziği' üzerine ortak çalışmalarla sevenleri karşısına çıkmıştı; son zamanlarda ise ilgisini Anadolu kökenli farklı müziklere verdiği biliniyordu. 30 Ağustos gecesi, Efes'te, onbinin üzerindeki izleyici önündeydi Sezen Aksu ve bazen 174 kişiye çıkan dev orkestrayla, Türkçe, Rumca, İbranice, Yidişçe, Kürtçe, Ermenice şarkılar söyledi, ilâhiler terennüm etti. İnsana, uzaktan "Keşke ben de orada olsaydım" dedirten bir musiki ziyafeti bu... Sonradan öğrendiğimize göre, Sezen Aksu'nun Efes konserini tasvip etmeyenler çıkmış. Rahatsızlık konserin 30 Ağustos günü verilmesi üzerinden ifade edilse bile, belli ki, esas çekince öze dönük... İtiraz edilen, Anadolu'nun bir 'kültürler mozayığı' olarak sunulması, renkliliğin müziğin çeşitliliğiyle sergilenmesi... Eleştirilen sanatçının, yaptığı işin önemi düşünüldüğünde, kendini "15 bin kişi 10. yıl marşını okudu" biçiminde savunması epey hafif kalıyor. Öyle bir konserde marşın, hele 10. yıl marşının ne yeri olabilir? Hep bir ağızdan söylenecek çok daha anlamlı parçalar bulunamaz mıydı? Türkiye, daha Cumhuriyet öncesinden başlayarak, 'tekçi' bir yapıyı benimsedi. "Birlik içinde çokluk" diye özetlenebilecek bu felsefe, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir imparatorluk yapısının sonunu getirdi; ama Osmanlı'dan Cumhuriyet'e evrildiğimizde, artık belirli sınırlar içinde kalmaya râzı bir 'milli devlet' için o yapının zorunlu olduğu bir inanç haline dönüştü. Osmanlı'nın yıkıldığı dönemin tarihini bir başka biçimde okumak da mümkün: "Nasıl olsa çökecek bir imparatorluktan bir milli devlet çıkartabilmek için 'birlik içinde çokluk' felsefesi benimsendi..." Nasıl okursanız okuyun, sonuç iki halde de değişmiyor... 'Tekçi' yapıyla bugünlere gelindi. Bu yolculuk sırasında yaşanılan nâhoş gelişmelerin ağır bedellerini bugün bile ödeye ödeye bitiremiyoruz. Gayrı müslim unsurların sayıca azaldığı Türkiye, onları da içine alan bir 'üst kimlik' geliştirdi. Bu kimlik, sözgelimi musikide, ilk başlarda, farklı ufuklara doğru arayışlar içine girdiyse de, sonunda, 'Türkçe' müzikte karar kıldı. Aynı müziğin esasen varolan etnik varyasyonları, uzun yıllar içerisinde, toplumun önünde sunulamadı. Museviler havralarda Türk musikisi üzerine oturan (bazen müzisyenlerin bile Türk-Müslüman olduğu) ilâhiler söylediler; Ermeniler 'Sarı Gelin'in menşeini karıştırmaya varacak kadar benzer bir müzik geliştirdiler. Yunanlılarla hep kavga etmedik ya, "Çadırımın üstüne şıp dedi damladı" türküsünü dinlerken biz güldük, onlar ağladı... Bir çok şarkının Kürtçe üzerine Türkçe sözlü olarak okunduğunu anlamayacak kadar kendimizi içimize kapattık... Kapattık da ne oldu? Kendi zenginliğimizi kendimize haram ettik... Sezen Aksu'nun musikide arayışlarına "30 Ağustos bahanesi" giydirilmesi çok anlamsız. 30 Ağustos'lara anlam katan cesur bir eylem onunki; ancak Türkçe, Kürtçe, Rumca, İbranice ve Ermenice'yi aynı mekânda buhurlandırması değil 'cesur' olan; bu çeşitliliği kendi imbiğinden geçirip musikiden anlayan kulaklara ziyafete dönüştürmesidir cesaret... Bir musiki cür'eti yani... Türkiye, yeni bir rotaya doğru yelken açacağı günlerden geçiyor; yeni rota eski ölçüleri yeniden gözden geçirmeyi gerekli kılıyor. "Birlik içinde çokluk" ölçüsü onlardan biri; onun yerini daha çağdaş bir ölçü olan 'çokluk içinde birlik'in alması gerekiyor... Farklılıklardan ürkmeyen, güzeli çeşitlilikte bilen bir formül bu... Yazılıp bestelendiği dönemde her Türk'ün göğsünü kabarttığı muhakkak '10. yıl marşı'nı, aynı dili konuşan, hüznü ve sevinci bir insanları birbirinden ayırmaya vesile kılan bir anlayışı terk edip, farklı dinlerden ve kültür ortamlarından insanları kendilerini müziğin birleştirici heyecanına bırakmaya zorlayan bir formül... Zaferlerimizi toplumu aynı heyecan etrafında birleştirerek taçlandırmayacaksak, o zaferlere 'zafer' denilebilir mi?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |