|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı'nın "durdurulması"yla birlikte Batı'da yaklaşık 1000 yıldır yok edilmeye çalışılan İslâm'ın bir aktör olarak tarih sahnesinden çekildiğine hükmedilmişti. Ancak 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, İslâm'ın kitleselleşerek yeniden müslüman toplumların kimliklerini tanımlayan ve belirleyen yegâne aktör haline geldiği ve İslâm'ın belki de daha güçlü ve çok daha uzun bir yürüyüşe soyunacak şekilde tarih sahnesine çıkmakta olduğu, bunun çok güçlü göstergelerinin İslâm dünyasında belirgin bir şekilde gözlendiği görüldü: Sömürgeciliğin sona ermesinden sonra İslâm dünyasında uygulanan Batı kökenli seküler / otoriter / totaliter veya ayartıcı ideolojiler ve projeler, müslüman toplumları hem Batı'ya daha fazla bağımlı kılmış ve müslüman ülkeleri siyasi, ekonomik ve kültürel olarak tam bir iflasın eşiğine getirmiş; hem de Müslüman toplumlarda halk ile ülkeyi yöneten tuhaf azgın azınlık arasında yapay ama tehlikeli gerilimler yaratmışlardı. İşte bu ortamda İslâmî söylemler ve oluşumlar, ilk bakışta biraz naif ve reaksiyoner de olsa, sonuçta, hem İslâmî anlam haritalarını yeniden icat eden ve hayatiyet kazandıran yepyeni, çağdaş söylemler geliştirmeyi, hem de gerek siyasî, gerekse entelektüel açıdan Müslüman toplumlarda en güçlü alternatifler haline gelmeyi başardılar. Ama bu durum, Batılıları, fena halde ürkütmeye yetti: Soğuk Savaş sona erdi/rildi ve İslâm "yeni tehdit" veya "yeni düşman" ilân edildi. Peki, İslâm, neden "yeni küresel düşman" ilân edilmişti? Bu sorunun cevabı çok açık ve netti: İslâm, modernliğin meydan okumasından sonraki süreçte ilk kez 20. yüzyılın son çeyreğinde Özne olarak yeniden tarih sahnesine çıkma emareleri gösteriyordu: Bu nedenle Batılılar, tüm büyük ölçekli stratejilerini İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkışını engellemeyi eksene alacak şekilde belirleme zorunluluğu hissettiler: Çünkü yeryüzünde kurdukları, haksızlıkları meşrulaştırıcı, gücü putlaştırıcı, insanı dünyanın sorunlarına yabacılaştırıcı ve duyarsızlaştırıcı seküler ve neo-pagan Batı'nın küresel hegemonyasının İslâm'ın yükselişe geçişiyle birlikte sarsılabileceğine inanılmaya başlanmıştı. Çünkü seküler ve neo-pagan Batı kültürü yerli Amerika ve Afrika kültürlerini yok etmiş, fosilleştirmiş; Hinduizm, Budizm, Şintoizm gibi Doğu kültürlerini ise tüketerek hadım etmeyi, direnme ve varolma güçlerini ve dinamizmlerini yok etmeyi başarmıştı ama aynı şeyi İslâm için yapmayı bir türlü başaramıyordu. İslâm'ın, yakın tarihte ilk kez, dünyanın şekillenmesinde kilit rol oynayacak bir konuma, Özne konumuna gelmekte oluşu, Batılıların panik psikolojisiyle hareket etmelerine yolaçtı: Batılılar, özelde İslâm dünyasının kaynakları, yönetimleri ve yöneticileri üzerindeki kontrollerinin, genelde ise küresel seküler ve neo-pagan sistemin sarsıntı geçirebileceğinden korktuklarını gösteren paranoyak projeler geliştirdiler: İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkışını durdurmak amacıyla, herşeyden önce, İslâm'ı "yeni düşman" ilan ederek, terörle ve şiddetle özdeşleştirdiler. Sonra da İslâm'ın varolma ve direnme gücünü ve dinamizmini kırabilmek için İslâm dünyasında yepyeni ve sinsi bir projeyi, tıpkı Avrupa'da Hıristiyanlığa yapıldığı gibi İslâm'ı protestanlaştırma / sekülerleştirme yani kamusal / görünür hayattan uzaklaştırma ve bireysel alana hapsetme projesini adım adım hayata geçirmeye başladılar. Bugün bu iki strateji de aynı anda İslâm dünyasında uygulanmaya konulmuş durumda: Batılıların ve onların İslâm dünyasındaki karikatürü olan seküler yerli uzantılarının birinci gündem maddelerini, İslâm'ın siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal hayattan uzaklaştırılması ve sadece Allah'la birey arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgenmesi çabası oluşturuyor. Başörtüsünün yasaklanmasının, Müslüman bir ülkenin çocuklarının Kur'an'la 12-15 yaşından önce tanışmasının önlenmesinin ve İslâmî siyasî söylemlerin ve partilerin şeytanlaştırılmasının, yok edilmesinin nedenleri burada gizli. Yapılmak istenen şey açıkça şu: İslâm, her ne sûretle olursa olsun, hayattan uzaklaştırılmalı, eğitim sisteminden kovulmalı, İslâm'la ilişkileri sıfırlanmış, yönünü şaşırmış ve yitirmiş nevzuhur bir kuşak yetiştirilmeli, kısacası Müslüman toplumların kimyaları bozularak bir daha İslâm eksenli yeni bir medeniyet sıçraması gerçekleştirmeye soyunmaları önlenmeli; bunun mümkün tüm yolları yok edilmeli. Gördüğünüz gibi çok tehlikeli bir proje bu. İslâm dünyasındaki siyasî, ekonomik ve entelektüel seçkinlerin bu projeye çoktan teşne olduklarını görmek insanı gerçekten tedirgin ediyor. Oysa, dünyanın İslâm'ın bencilliği, ırkçılığı, adaletsizlikleri, haksızlıkları ve hukuksuzlukları lanetleyen; kardeşliği, barışı, adaleti, hakkaniyeti, kanaatkârlığı, yardımlaşmayı, paylaşmayı, zorluklara hep birlikte göğüs germeyi, ahlâkı, şahsiyeti, asâleti öneren kök-paradigmalarına en fazla ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde müslüman ülkelerin elitlerinin İslâm'ı şeytanlaştırma korosuna katılmaları ve İslâmî duyarlıklı elitlerin ve aydınların da bulundukları yeri terketmeye ve ürkütücü bir zihin kayması yaşamaya başlamaları anlaşılabilir gibi değil. Ama ben, tüm bunların geçici olduğunu ve panik psikolojisine dayalı projelerin geri tepeceğini düşünüyorum. İslâm'ın protestanlaştırılabilmesi ancak siyasi, toplumsal ve ekonomik boyutları olan hac, zekat, namaz ve oruç gibi İslâm'ın temel şartlarını, direklerini oluşturan ibadetlerin ortadan kaldırılabilmesiyle mümkün. Bu ibadetler ortadan kaldırılamayacağı için de seküler ve neo-pagan küresel aktörler ve yerli karikatürleri aslında boşuna kendilerini yoruyorlar. Artık ülkemizin birinci sınıf düşünce dergilerinden biri haline gelmeyi başaran Umran dergisinin Ağustos sayısında İslâm'ı protestanlaştırma ve kamusal alandan tasfiye etme projesini kapak konusu olarak işledik. Böylesine önemli ve hayâtî bir konu, Türkiye'nin Rasim Özdenören, Abdurrahman Arslan, Mustafa Aydın, Dilaver Demirağ, Mustafa Tekin, Reha Çamuroğlu, Vicdan Tekin, Mehmet Özer, Şemseddin Özdemir ve Abdullah Yıldız gibi usta ve genç kalemleri tarafından tüm boyutlarıyla masaya yatırılmasına rağmen hakettiği ilgiyi görmedi basınımızda. Umran'ın Eylül sayısı piyasaya sürülmeden bu sayıyı kaçırmamanızı öneririm. Dergide ayrıca Londra'da LSE'de master yapan Emrah Şener'in küresel ekonomik-politik krizlerin kökenlerini, IMF'nin kendi yöneticilerinin ağzından türlü oyunlarını ve marifetlerini ve Malezya'nın IMF reçetelerini reddederek krizi nasıl başarıyla aştığını analiz eden nefis yazısının da siyasetçilerimize, bürokratlarmıza ve elitlerimize çok şeyler öğreteceğini hatırlatmak isterim. Aynı şey, İbrahim Karagül'ün Irak operasyonu dolayımında yazdığı güzel analiz yazısı için de geçerli. Umran dergisine ulaşabileceğiniz telefonları veriyorum: 0212-631 13 85 veya 533 72 02.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |