|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türk aydınının en büyük problemi, kendi toplumuna ilişkin geliştirdiği çözümlemelerin ve 'toplumu okuma' tarzının tümüyle Batının ürettiği paradigmalara sıkışmış olmasıdır. Bu durum özellikle sosyal bilimler için daha belirginlik kazanır. Disiplin olarak batı-dışı toplumlara, bilhassa Müslüman toplumlara bakışında önyargılar içeren, kurucu babalarının zihniyet yapıları kadar Batı merkezli toplumsal ve siyasal projelerin sonucu olan sosyoloji gibi disiplinler söz konusu olunca sorun paradigmatik bir boyut kazanıyor. Özellikle Türk solunun Marksist modelleri Müslüman toplumlara uygularken başvurduğu şabloncu yaklaşım modernleşmeci tüm Türk aydınları gibi solu da yalnızlığa mahkum etti. Bu anlamda gerçekten "Türk aydını kadar yalnız bir aydın tipi" yeryüzünde az bulunur. Çünkü toplumuna bu denli yabancı/laşmış aydın tipi yoktur. Türk aydının 'dayanılmaz yalnızlığı' genelde çift yönlü olarak işler görünmektedir. Tüm batıcı aydınların ortak kaderi olan yalnızlık türünden ilki; kendi toplumuna karşı girdiği ilişki biçiminin onu bir tür ontolojik yabancılığa/yalnızlığa mahkum etmesidir. Bu nedenle sosyolojik olduğu kadar ontolojik boyutlara varan yalnızlığı aşmanın yolunu bir tür cemaat/entelektüel aşiret oluşturmaktan geçiyordu. Bu entelektüel aşiret dayanışmasının içe kıvrık, kapalı, seçkinci özellikler taşıdığı kadar doğrudan bir başka sonucu da dışlayıcı olmasıdır. Bir tür epistemik cemaat de diyebileceğimiz bu dayanışma cemaat/aşiret içi kıyımları doğurdu. Batılı anlamda (zaten aydın tipi de batılıdır, başka kültürlerde karşılığı yok) aydın eleştirel bir duruş sahibidir; fakat bu onun içinde bulunduğu toplumun değer yargılarını, kültürünü, tarihini bilmemesi, yok sayması anlamına hiç gelmez. Türk aydının yalnızlaştıran da budur: Kendi toplumuna bile Batılı aydınlar, kavramlar dolayımından ulaşabilir ancak. Geçtiğimiz hafta yalnızlaşmanın, dışlanmanın ve özgünlük arayışının tüm macerasını bizzat yaşamış bir bilim adamını kaybettik. Dünyanın ilk sosyoloji bölümlerinden biri olmakla övünen İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü başkanlığını yıllarca yürütmüş Baykan Sezer bu dünyadan sessiz sedasız göçtü. Gidişindeki bu sessizliğin nedeni, bir ilim adamı, toplumuna karşı sorumluluk duyan namuslu bir aydın olarak Türkiye'deki kapalı aşiret yapısının kalıplarını zorlaması; daha açık ifadeyle, dışlanmış olmasından başka bir şey değil. Sezer vefatı üstündeki bu sessizliğin nedeni bir anlamda, hem yalnızlaşma/yabancılaşma hem dışlanmışlık denilen yaman çelişkiyi üzerinde taşıyan ve böyle yaşayan bir Türk aydın tavrında ısrar etmesidir. Marksist bir gelenekten gelmesine rağmen 1960'lı yıllarda Türkiye'de yapılan ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) tartışmalarındaki farklı yaklaşımı nedeniyle Marksist çevrelerce dışlandı. Bu anlamda, bilhassa ATÜT tartışmalarında yöntem olarak kalkış noktası Marksist, Doğu toplumlarına ilişkin çözümlemeleri ve vardığı sonuçları itibariyle anti-marksist bir profil çizdi. Bilhassa ATÜT konusunda doğunun despotizmiyle izah etmeye yatkın genel yaklaşımın aksine bunu belirleyen faktör olarak siyaseti öne çıkarması önemli bir tezdi. Batı sosyolojisine eleştirel yaklaştı ve özellikle doğu toplumlarını okumada bu yaklaşıma itimat ve itibar etmedi. ATÜT konusundaki tezlerinin yanısıra Doçentlik tezi olan "Toplum Farklılaşması ve Din Olayı" başlıklı çalışması onun en önemli ürünü sayılır. Baykan Sezer'in bilhassa 1969 sonrası tarihle kurduğu ilişki onu soldan tamamen ayırdı. Bu noktada Kemal Tahir'den beslendiği söylenebilir. Solda İdris Küçükömer, Kemal Tahir çizgisine yakın göründü. Ancak genel anlamda onun entellektüel problematiği 60'lı yıllardaki solun, 3. Dünyacı sorunsalıdır. Tarih konusunda Batı'dan kopan ama Osmanlı konusunda da sahih/gerçek bir ilişki kuramamanın çelişkisini yansıttı. Ama ciddi olarak yerli olanla, otantik olanla temas arayışında oldu. Ancak ne sahip olduğu araçlar bakımından ne de zihniyet olarak yerli olanla gerçek bir ilişkiye geçmesi mümkün olmadı. Bir tarafta soldan farklılaşırken diğer tarafta temelde Batıcı ve seküler olduğu için yerli olanla gerçek bir ilişki kuramayarak 'mukadder yalnızlık' çemberine düşmesi kaçınılmazdı. Baykan Sezer bir yanda kalıpları aşmaya çalışan, gemisini kayalık sulara sürme cesaretin gösteren bir aydın olmasıyla aydınlar aşiretinden dışlanmışlığı, diğer taraftan, yaşadığı toplumun tarih ve kültürüyle gerçek bir ilişkiye geçecek araçsal ve zihni donanıma sahip olmadığı için de kendi kendini yabancılaştıran Türk aydınının kaderini paylaştı. Taşıdığı aydın dürüstlüğü ve entellektüel cesareti onu ölümünde bile sessizliğe mahkum etti.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |