|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Toprağına ayak basıp, denizinle tanıştığım ağustos akşamından bu yana ürkeğimdir sana karşı, bilirsin. Hiç düşünmemiştim seni daha önce, hayaller kurmamıştım. Bir imge bile değildin bende. Afili bir adın vardı sadece. Uzak durdum sana, ilişmedim hiç. Keşfetmeye kalkmadım, didiklemedim. Sunduğun kadarıyla tanıdım, elimden geldiğince sevdim seni. Hayat, denizin gibi kıpırdıyor etrafımda, dalgalanıp köpürtüyor kendini. Ürkütüyor beni. Hayli zaman oldu oysa, alışmalıydım biliyorum. Ama alışamıyor durmadan şaşırıyorum. Bir deniz kokusudur ki, habire içiyorum. Etrafım kalabalıklaştıkça, içerim tenhalaşıyor. Gökyüzü şangır şungur ayaklarıma dökülüyor. Sanki bir can pazarı kurulmuştur sokaklarında, canhıraş bağırtılar eşliğinde birinden diğerine, bir ülkeden ötekine geçer gibi irkilerek geçiliyor. Eski bir plakta pas tutmuş sesin, iri tespih tanelerinin sesini bastırarak ulaşıyor kulaklarıma. Buradan baksam bile görüyorum, Yeni Camii'nin koynunda kirli bir kalabalık habire kımıldıyor. Taksim yine ışıl ışıl, sarımavikırmızı neonlarını yakıyor. Minareleriyle uyuşan yerlerimi iğneleyen Sultanahmet sütun serinliğinde yine, içimi soğutuyor. Taburelere oturmuş Kadıköy, koca göbekli Gaziosmanpaşa, ekmek arası balık Rumelihisarı, tekne beyazlığında Bebek, kabusunu bekliyor Bayrampaşa, kabuk değiştirme telaşında, hayli sancılı Ümraniye. Üsküdar, ah o en sevdiğim, mezar taşı gibi parıldıyor. Sabah penceremi açsam bir koşu gelip odama doluyorsun. Ezan yankılı camilerin, servi hışırtılı mezarlıkların, çığlık çığlığa martıların, olta ucunda çırpınan balıkların, bağırtısı dünyayı tutmuş vapurların, sırtını dünyaya yüzünü ak köpüklü mavi hayallere dönmüş köprü kalabalığınla geliyorsun. Yüzü maskelenmiş kadınların geliyor sonra, nargileli adamların. Ölü padişahların geliyor, taze orospuların, hayalleri ceplerinde çocukların, kahır yüklenmiş amcaların ve teyzelerin geliyor. Sonra Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Necip Fazıl. Türküsüyle Orhan Veli, ağrısıyla Attila İlhan... Şatafatınla sıradanlığın yanyana, kalabalık geliyorsun İstanbul, çok kalabalık. Kargaşan beni korkutuyor. Başımı kaldırsam göğüne, yerle bir oluyor. Boğazın suyu çekiliyor, yüreğim büzülüyor, ellerim üşüyor. Yalan değil, ben baktıkça yüzün değişiyor. Padişah derdest edilip tahttan indiriliyor, sokak ortasında bir imparatorluk talan ediliyor, bir efsanedir ki güneş huzurdan çekiliyor, mağlubiyetin tarihi yazılıyor. Zaman daralıyor. Gidilmemiş memleketler, okunmamış kitaplar, söylenmemiş şarkılar, yaşanmamış aşklar birer birer yok oluyor. Hakikatin soluğu kesiliyor. Hayat bir melodrama, memleket koskoca bir oturak alemine dönüşüyor. Dünya döndükçe en kıymetli şeylerini bir bir atıyor üzerinden, hiçbir şeyin gerçekliği kalmıyor. Zaman, hoyrat eliyle süratle siliyor dünü. Hesabı tamamlanmamış, sağlaması yapılmamış geçmişin gölgesi senin kadar benim de düşüyor üzerime. Kafama cevabını arayan sorular üşüşüyor. Kalabalığı seyreltmem gerekiyor, kendimi çoğaltmam. Senden uzaklaşmalıyım İstanbul. Babamın elini öpüp öğütlerini dinlemeli, annemin dizinin dibine oturup dinginliğinden hisseler edinmeliyim. Küçük bir çocukken burnumu pencere camlarına dayayıp temaşa ettiğim hayatı gözden geçirmek için büyüdüğüm şehre dönmeliyim. Sokaklarına çıkıp yağmurlarında ıslanmalı, kedi yavrusu gibi titreyerek sokulmalıyım çocukluğuma. Ve sonra, sonra yeniden hayata... Sessizliğe ihtiyacım var İstanbul, ıssızlığa. İlişme bana, sus biraz.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |