|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türk medyası, Türkiye'nin hal-i pür melâlini çok iyi yansıtan -psikanalist Lacan'ın deyişiyle- bir "ayna imge" gibi: Siyasi, ekonomik, kültürel ve entelektüel olarak tefessüh etmiş, dibe vurmuş Türkiye'nin acınası halini hem çok iyi temsil ediyor; hem de çok iyi resmediyor: Bir yandan başta bizzat medyanın kendisi olmak üzere ülkede müthiş bir sığlık, yüzeysellik, ilkellik hızla her şeye nüfûz ederken; öte yandan Türkiye'yi bu hale getiren anakronik, pozitivist, açgözlü, toplumla ilişkileri handiyse sıfırlanmış; toplumun acılarını, sıkıntılarını, bunalımlarını göremeyecek, hissedemeyecek kadar taşlaşmış, ruhsuzlaşmış, bencilleşmiş, sadece kendi sefih ve süflî çıkarlarını düşünen küçük bir azınlık ülkeyi hortumlamaya, ülkeyi yabancılara peşkeş çekmeye devam ediyor. Bu ürkütücü ortamın oluşmasında, normalleştirilmesinde, meşrulaştırılmasında ve pekiştirilmesinde, medya gerçekten büyük (=köleleştirici) bir rol oynuyor. Ancak medyanın oynadığı bu köleleştirici rolü farkedebilmiş değiliz henüz. Her geçen gün magazinleşen, magazinleştikçe sığlaşan, ilkelleşen; sığlaştıkça, ilkelleştikçe daha fazla insanın primitif dürtülerine, hislerine, arzularına ve hazlarına hitap etmeyi başararak sahte bir cazibe merkezi haline gelen Türk medyası, toplumun güç ve çıkar odakları tarafından kontrol altına alınmasını, güdümlenmesini kolaylaştıran bir suç ortağına dönüşüyor. Oysa bu ortam, gerçek anlamda gazetecilik, televizyonculuk yapabilecek; bir şeyler söyleyebilecek şeyleri olan insanların gerçekten konuşturulduklarında hayatî şeyler konuşabilecekleri son derece velût ve münbit bir ortamdır. Ama gelin görün ki, Türkiye'de gerçek anlamda gazetecilik ve televizyonculuk yapabilecek gazeteler ve televizyonlar yok. Mesela Türk millî takımının Dünya Kupası'nda gösterdiği "başarının hikayesi", gazeteler ve televizyonlar için bulunmaz bir "konu"dur. Ama bu "konu" bile adeta kitleleri uyuzlaştıracak, afyonlayacak, uyutacak ve uyuşturacak bir tarzda ve de resmen çarpıtılarak sunuluyor. Ben bu bağlamda işlenebilecek iki temel "konu"ya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, bu ülke insanının önüne saçma sapan engeller, korkular, hayaletler konulmak yerine bu ülke insanına güvenildiği, önü açıldığı zaman, bu ülke insanı destanlar yazabilecek bir performansı her zaman gösterebilecek bir dinamizme, kültürel ve tarihsel derinliğe ve deneyime sahiptir. İşte "köylü", "dinci", "ürkek" diye çarşaf çarşaf yazılar yazılan, hakaretler yağdırılan; Anadolu insanının ruhunu, heyecanını, duyarlığını, dinamizmini taşıyan Şenol Güneş ve ekibi, tüm saldırılara, hakaretlere rağmen bu ülke insanının, ne denli büyük başarılara imza atabileceği gerçeğini dünya aleme ispat etmiştir. Şenol Güneş, "eğer Türk insanına imkan verilirse Türk insanının dünyada başaramayacağı hiç bir şey yoktur" diyerek bu gerçeği kupa boyunca son derece zekice ve de defalarca hatırlattı bize. Ama Şenol Güneş'in bu tür açıklamaları Türk medyasında hep atlandı ve gözardı edildi. Olacak iş değil! Oysa bu, asla yabana atılacak bir mesele değildir ve sadece futbolla sınırlandırılamayacak kadar da yığınla örnekleri olan hayatî bir "konu"dur. Örneğin, 1960'lı ve 1970'li yıllarda biz yurtdışına sadece işçi gönderiyorduk. 1980'li yıllarda ise, dinamik, yaratıcı yatırımcılar ve iş adamları göndermeye de başladık. O yüzden bugün Romanya'da sadece 10 bin Türkiye'li yaşıyor ve bunların hemen hepsi de işadamı! Bu basit bir olay değil. Yine Fethullah Hoca örneğinde çok iyi görüldüğü gibi, bu ülkede saçma sapan engellerle karşılaşan bu ülkenin "masum çocukları", dünyanın dört bir köşesinde birinci sınıf eğitim kurumları kuracak başarılara imza atarak, ne denli büyük bir ufuk, öz-güven, dinamizm ve enerji sahibi olduğunu kanıtlamıştır. Dünya kupası dolayısıyla üzerinde durulabilecek en önemli konulardan biri de futbol fenomenini tartışmak; futbolun, özellikle de televizyon futbolunun nasıl kitleleri sahte bir dünyanın, sahte kutsallıkların; dolma, boşalma ve tapınma biçimlerinin tam da ortasına bıraktığını çeşitli yönleriyle göstermek olabilirdi. Ama olmadı. Oysa futbolun, yeni bir paganizm biçimi, yeni bir seküler din gibi kullanıldığı, anavatanı Batıda bile bu ayaktopunun kitleleri ayaktakımı haline dönüştürerek uyuzlaştırıcı, yozlaştırıcı, kontrol ve manipüle edici en temel özelliği üzerinde hem de büyük medya organlarında yoğun tartışmalar yapılıyor; büyük gazetelerde yığınla yazı ve araştırma yayımlanıyor. Ama Türkiye'de yeni bir paganizm biçimi olarak futbol eleştirilemiyor, tartışılamıyor bile. Benim burada çelişkili şeyler söylediğimi zannedebileceklere şunu özellikle hatırlatmak isterim: Ben sadece milli takımın başarısının değil, Şenol Güneş'in de altını basa basa çizdiği gibi bu ülkeyi hortumlayan, batıran "arsız, azgın beyaz Türkler"in kendi bencil ve süflî çıkarlarını korumak adına Türk insanının saçma sapan gerekçelerle önü kesilmediği zaman göstereceği başarının altını çiziyorum. Gelmek istediğim nokta şu: Türk medyası, toplumu uyuzlaştırmaktan, uyuşturmaktan, uyutmaktan ve dolayısıyla güç ve çıkar odaklarının "malı götürmelerini" kolaylaştırmaktan ve meşrulaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. İşte Kanal 7 gibi televizyonlara tam da bu noktada hayatî bir görev düşüyor. Kanal 7, Nabi Avcı gibi birinci sınıf bir iletişimbilimcinin gözetim ve denetiminde yayın hayatına atıldığı zamanlarda Türkiye'de alternatif bir televizyonculuk örneği gerçekleştirmişti. Gerçekten ses getiren programlar yapıyor, tartışmalar yayınlıyor, yepyeni bir televizyonculuk dili geliştirilebileceğini kanıtlıyordu. Hasbelkader Kanal 7'nin sinema programlarına kıyısından köşesinden ben de katkıda bulunmuş, dünya sinemasının en özgün örneklerinin Türkiye'de ilk kez Kanal 7 aracılığıyla gösterilmesine "aracılık" etmiştim. Nabi Avcı ve Cahit Koytak'la yaptığımız işbirliği ile aylar süren bir çalışma sonrasında dünya sinemasının en özgün metinlerinin listesini içeren tam 37 sayfalık bir proje hazırlamıştım. Ancak reyting hastalığı Kanal 7'ye de bulaştığı zamandan bu yana Kanal 7 özgünlüğünü ve özgürlüğünü yitirdi. Televizyonların ayakta durabilmeleri elbette ki büyük sermaye ile mümkün. Bu noktada reklam gelirleri büyük ölçüde belirleyici oluyor. Türkiye'de televizyon dili konusunda ilk kitabı yazan biri olarak şunu söylemek isterim: Kanal 7 gibi televizyonların, varlıklarını sadece reklama endekslemeleri gerekmiyor. Yeni, izleyicinin ilgisini çekebilecek program türleri geliştirilebilir, ilginç konular "rehamuhtarlaşma hastalığı"na bulaşılmadan izleyiciye sunulabilir. Bu işler, elbette ki zor; ama imkânsız değil. Yeter ki, bu ülkenin insanına güvenilsin ve yeter ki, bu ülkenin insanının önüne konulan engeller zekice ve yaratıcı yöntemlerle aşılsın. İşte Şenol Güneş ve "çocukları"nın gözümüzün içine soktuğu yakıcı gerçek bu.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |