|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İtiraf edelim, Akşam'ın sayfalarına küçük iğneler marifetiyle öylesine serpiştirilmiş "seçim duyuruları"nı biz ilk kez 30 Ekim tarihli gazetede farkettik, meğer öncesi de varmış. Bu gaflet, az kalsın özür dilemek zorunda kalacağımız bir hata yapmamıza yol açacaktı...
Meseleyi baştan alalım: 30 Ekim tarihli Akşam'da, yanda gördüğünüz gibi "Etna korkutuyor" başlıklı bir haber; onun üstünde de "iğne"yle tuttturulmuş bir anons: "Türkiye güçlü, icraatçı hükümetini arıyor..." Biz bunu, gazetelerimizin çok sevdiği "patlangaç" uygulamasının yeni, derli toplu bir uygulaması sanmış, "iğne"nin yanlışlıkla "Etna" haberinin üstüne saplandığını düşünmüştük. İşte bu küçük hatayı ele alan, "o telaş içinde olur böyle şeyler" mealinde bir şeyler yazacaktık ama, sonra unuttuk gittik... İyi ki de unutmuşuz... Meğer o iğne doğru yerdeymiş ve meğer aynı gazetede "seçim ve oy verme" konulu, belli ki seçmene bir şeyler demek isteyen daha bir sürü iğneli duyuru varmış. Sonra 30 Ekim'in öncesine ve sonrasına gittik, meğer öbür +Akşam'larda da bolca bulunuyormuş bu iğneli duyurulardan... Peki, "Dünya basınında bir ilk" olması kuvvetle muhtemel pano-gazetede okurlara ne söyleniyor? İşte bu nokta hayli problemli... Bize sorarsanız, gazetelerinin kendilerine ne demek istediğini anlayabilmiş tek bir Akşam okuru bile yoktur. Ve gene bize sorarsanız, Akşam'ın, bu hizmetinin yanısıra okurlarına armağan olarak bir de dekoder vermesi uygun olurdu. İsterseniz gelin birlikte bakalım... Seçim yasaklarının başladığı gün (28 Ekim Pazartesi) panoya asılan ilk not gayet makul görünüyor: "Sandığa gidip OY verin..." Bu notun yer aldığı sayfanın hemen karşısındaki "Koalisyon dönemlerinin sıkıntılarını ve başarısızlıklarını unutmayın"la birlikte okurun kafası da karışmaya başlıyor. Belli ki gazete, okurlarından tek bir partiyi iktidara getirmesini istiyor. Tamam da hangi parti o? (Bazı okurlar "koalisyon" notunu, fesatça, grubun bankalarına ilişkin operasyondan sonra Akşam'ın mevcut koalisyon partilerine, bilhassa da "Derviş'li CHP"ye karşı yürüttüğü kampanyaya bağlamış olabilirler.) Bizce o gün ve sonraki günlerde "pano"da yer alan duyurulardan "3 Kasım'da demokrasiye sahip çıkın" ve benzeri notlarda bir problem yok. Ama panoda giderek hakim hale gelen "Oylarınızı bölmeyin" karşısında ne yapsın zavallı okur? Tek partiyi iktidara getirme tavsiyesiyle "oylarınızı bölmeyin"i birleştirdiğimizde (o tek parti "Derviş'li CHP olamayacağına göre) akla bir parti geliyor ama, şimdi onu telaffuz etsek seçim yasaklarını ihlal etmiş olabiliriz... Görüyorsunuz, Akşam, okuru bu hizmetinden mahrum bıraksaymış çok daha iyi olacakmış... (A.G.) Bu 'harcama'yı Hıncal Uluç bile savunamadı... "Denizlili bir işadamının eşine (sevgilisine) hediye etmek üzere özel olarak yaptırdığı 30 milyar lira değerindeki ayakkabı olayı"nı duymayanınız kalmamıştır. Gazetelerde çıkan bu ilk haberin ardından ortaya çıkan ve olayı medyatik bir komedi haline getiren gelişmeleri de duymuşsunuzdur... Bir iddiaya göre "olay"ı açıklayan mağaza sahibi, önce medyanın işin üzerine atlayacağı düşüncesiyle böyle bir olta atmış, ama olayın büyüyüp "Kim bu maganda, kaç lira vergi vermiş"e dönmesiyle birlikte ürküp, "Yok böyle bir şey, reklam olsun diye yaptık, o ayakkabının değeri 160 milyon" demişti. ("Maganda"yı ürettiğiyle değil, tükettiğiyle övünen anlamında kullanıyoruz.) "160 milyon liralık ayakkabı"yı üreten ve mağazaya satan firmanın sahibinin söyledikleri, bizim görev alanımız itibariyle daha önemli: "Bir gazeteci geldi. Ayakkabıyı beğendiğini söyledi. Fotoğrafını çekti. Altına böyle şeyler yazmış." Sonra işin Harika Avcı tarafı var, "o ayakkabı benim için yaptırıldı" diyen... Ama biz butün bunları bırakıp, meseleyi Hıncal Uluç'a bağlayacağız. Şöyle ki: Hatırlıyor musunuz, bir ara da "şarkıcı sevgilisinin ayakkabısından şampanya içen ve bu amaçla 50 şişe şampanya açtıran deri tüccarı" meselemiz vardı. Hani, gazeteler, işin magazininin tadını çıkardıktan sonra "hani bunun vergisi?" sorularına geçmişti de, adamcağız sonunda "numaraydı, numaraydı; sevgilimin reklamı olsun diye birlikte kotardık o işi, zaten şampanyaların fiyatı da medyanın yazdığı gibi 50 milyon değil, 3 milyondu" diye açıklama yapmıştı... Hıncal Uluç, aslı ortaya çıkmadan önce müdahil olmuştu şampanya olayına... Uluç'a göre, deri tüccarına saldıran medya ülkeye çok büyük bir kötülük yapıyordu. Çünkü ülke ekonomisinin asıl meselesi "talep yetersizliği" yani "harcama eksikliği"ydi ve bu durumda medyanın, sevgilisinin ayakkabısından şampanya içen adama saldırması değil, onu kutlaması gerekiyordu. Uluç, "harcama" meselesi üstüne, bir gün masasında bulduğu, muhasebe müdürlüğü imzalı "Grubumuzun içinde bulunduğu zor günler nedeniyle maaşların ancak üçte birini yatırabiliyoruz" notu nedeniyle de yazmıştı. Yazdıklarından, o paranın tümüyle gidip çiçek aldığını, dönüp evinin her yerini çiçek demetleriyle süslediğini öğrenmiştik. Uluç bununla da yetinmemiş, bütün arkadaşlarının öyle yapmasını tavsiye etmişti. Gerekçe yine aynıydı: Memleket ekonomisi ancak harcayarak kurtulabilirdi. İşte bütün bunları hatırlayınca, Hıncal Uluç'un "Sindrella ayakkabısı" konusunda da aykırı bir tutum alacağını bekledik ama, boşuna... Artık, şampanya olayına benzer bir "medya içindi, medya içindi" olayıyla karşılaşma korkusuyla mı, "harcama" işini abarttığı yönündeki dost eleştirileri nedeniyle mi bilinmez, Uluç hiç girmedi konuya... Yoksa girdi de biz mi kaçırdık? (A.G.)
Başbakan'la askerler arasına 'savcı' mı girdi?
Meslektaşlarımıza bir tüyo vermek istiyoruz... Son birkaç günün biribirinden kopuk görünen birkaç küçük haberi, verimli haber takiplerine kapı aralayacak bir potansiyel taşıyor gibi geldi bize... Sanki askerler, eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel ve onun giderayak açtığı "Alman vakıfları casusluk yapıyor" davası konusunda birtaktım mesajlar iletiyor Başbakan'a ve siyaset kurumuna... Mesele hiç öyle basit değil. Hürriyet'in (30 Ekim) haklı olarak dalga geçtiği "casusluk suçlaması" eğer gene Hürriyet'te Bergama köylülerinin avukatının öne sürdüğü gibi "AB ile sıkıntısı olan birtakım çevreler"in hamlelerinden biriyse, askerlerin son iki günkü çıkışları farklı bir anlam kazanıyor demektir. Önce birkaç hatırlatma: Nuh Mete Yüksel imzasını taşıyan iddianamede, Bergama'da altın çıkarılmasına engel olan köylülerin, aslında Almanya'nın altın çıkarları doğrultusunda oyuna getirilmiş insanlar oldukları belirtiliyor, bazı isimler de doğrudan casuslukla suçlanıyordu. Hürriyet'te, suçlanan bazı kişiler çok hoş, esprili cevaplarla gülüp geçiyordu iddialara ama, biliyorsunuz, gülüp geçmeyenler de var... Size daha önce Cumhuriyet'ten, başta Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon olmak üzere Bergama altın madenini ziyaret eden komutanlar haberini; Akşam'dan da, bunun "Alman vakıfları" davasını açan Nuh Mete Yüksel'i desteklemek amacıyla yapılmış bir ziyaret olduğu yönündeki "kulis" bilgilerini aktarmıştık. (Ziyaretin, Başbakan'ın, olaya büyük tepki gösteren Almanya'nın gönlünü almak için yaptığı çıkışı izlediğini de unutmayın?) Siz bunları okurken, biz de gazetelerde bütün bunlarla bağlantılı gibi görünen yeni bir haber okumaktaydık. Mesela Milliyet'in versiyonuna bakalım: "JANDARMA KOMUTANI: YÜKSEL KASEDİ MONTAJ... Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur, DGM eski Savcısı Nuh Mete Yüksel'le ilgili seks kasedini izlediğini ve montaj olduğunu söyledi. Eruygur şöyle konuştu: 'Gündeme gelince kasedi inceledim. Sayın Yüksel'in kafası montajla görüntüye yerleştirilmiş. Bu açıkça belli oluyor." Eruygur bu görüşlerini "Köşk resepsiyonunda" dile getirmiş... Gazetecilerin, bu kadar "açık" olan bir şey için "kemik yapısı incelemesi" bile yapan uzmanların nasıl tam tersi rapor verdiğini komutana sorup sormadıklarını bilmiyoruz, ama konumuz bu değil. Konumuz, Milliyet'in haberinden çıkarabildiğimiz kadarıyla, gazeteciler hiç sormadan, doğrudan komutan tarafından gündeme getirilen "Alman vakıfları" meselesi... Haberin bu bölümü aynen şöyle: "Org. Eruygur DGM'nin haklarında iddianame hazırladığı Alman vakıflarına ilişkin de bazı Avrupa makamlarından iddianamenin geri çekilmesi yönünde istekler geldiğini anımsatarak, 'onlardaki gibi bizde de mahkemeler ve basın bağımsızdır. İddianameyi geri çekin demek garip bir istektir." Ne dersiniz, gazetecilerin, askerlerin "Alman vakıfları" meselesindeki çıkışlarına bir göz atmaları sizce de gerekmiyor mu? NOT. Kronik Medya'da bu konuda kaleme aldığımız ilk değerlendirmede, "casusluk" meselesini Başbakan'ın başına ilk bakışta Nuh Mete Yüksel'in sarmış göründüğünü, aslında savcının iddialarını basından derlediği göz önüne alındığında işin başka noktalara gittiğini yazmıştık. Daha da somutu, iş Milliyet'in 30 Haziran 2001 ve 1 Temmuz 2001 tarihli "ışıl ışıl" altın man-şetlerine gidiyordu. Hatırlarsanız, "Bergama'da altın çıkarılma-sını Alman vakıfları engelliyor" tezini işleyen ilk manşet, iki DSP milletvekilinin "çalışmaları"na dayandırılıyordu. Bunları yazmış ama vurgulamamıştık, şimdi vurgulayalım: Bakın, ne kadar ilginç, meğer Başbakan'ın başının ağrıması iki DSP milletvekilinin "ça-lışmaları"na ve Başbakan'a en yakın gazetecinin bu çalışmaları haberleştirmesine dayanıyormuş. Ne kader ama! (A.G.) "Ruslar Türk terör uzmanlarına danıştı"
Sabah'taki haberin başlığını geçip de haberi okuyunca anlıyorsunuz: Çeçenler'in elinde rehine olarak tuttuğu 700'den fazla insanın nasıl kurtarılacağı konusunda Ruslar tam 39 ülkenin terör uzmanlarına danışmış. Bunların arasında Türk terör uzmanları da varmış...
Anlamak hakikaten zor, böyle yapınca ne oluyor? Meslektaşlarımız, haberin nasıl olsa okunmayacağını mı düşünüyor? Değilse, haberi okuyup da başlıktaki abartmayı anlayan okurların sinirlenmeyeceğini mi? Hangisi?
Sahi niye böyledir bu "Türklük" meseleleri? Mesela Romanya'yı neden orada 10 fırınlık bir zincir kuran "işte bu Türk doyuracak"tır? Neden, zaten aynı zamanda (aslında esas olarak) Alman olan bir Türk, Alman polis teşkilatının üst kademelerine yükselince "Almanya'nın güvenliği ona emanet" olmakta-dır? Ya da Brezilya'nın maliyesi, Polonya' nın kalkınması, Rusya'nın eğitimi...Bilen var mı? (A.G.) "DİKKAT! Yeni cumhurbaşkanını yeni meclis seçecek..."
Vatan'da (31 Ekim) "Çankaya'nın önemi arttı" manşetinin hemen altında, onunla bağlantılı ama bir başka haber olarak düzenlenmiş bir uyarı-haber... Başlığı, aynen yukarıdaki gibi... "DİKKAT" sözcüğü "tehlike"yi daha iyi vurgulayabilmek amacıyla kırmızı zemine oturtulmuş, altı da özenle çizilmiş... Şimdi diyebilirsiniz ki "Bunun neresi haber, 'Yeni cumhurbaşkanını tabii ki yeni meclis' seçecek..." İlk anda gerçekten de tuhaf görünüyor başlık, ama dedik ya bu bir uyarı-haber... Bakın devamında neler var: "Cumhurbaşkanı Sezer'in görev süresi 16 Mayıs 2007'de bitiyor. Anayasa'ya göre Sezer'in ikinci kez seçilme şansı yok. Kasım'da oluşacak yeni meclis, bir erken seçime gidilmezse, 2007 Kasım'ına kadar görev yapacak... Bu durumda Mayıs 2007'de göreve gelecek Cumhurbaşkanı'nı da bu meclis seçecek. Cumhurbaşkanında milletvekili olma şartı aranmadığı için, yasakları kalkarsa Tayyip Erdoğan'ın da cumhurbaşkanı seçilme şansı var." İlahi Vatan'cılar... Daha bir yıl önce Sabah'çıyken Cumhurbaşkanı'nı "koltuktan düşürmek" için Çankaya'nın koltuklarından, perdelerinden bile medet ummuşlardı, şimdi de "Sezer beş yıl sonra seçilemeyecek" diye kaygılanıyorlar... Tamam, tamam asıl kaygının ne olduğunu biz de anlıyoruz, ama o açıdan da telaşa gerek yok. Daha önümüzde koca bir beş yıl var. Türkiye'de hangi meclis 5 yılı tamamlamış? Hem sonra bu ülke, bazı "tehlikeleri" önlemek için gerektiğinde beş ayda, beş haftada, beş günde ne çözümler geliştiriliyor, öyle değil mi? Biz diyoruz ki "Vatan"cılar müsterih olsun, en az 4 yıl 360 gün boyunca "kâbus" görmeden uyuyabilirler. "Bir durum" olduğunda 5 gün yeter nasılsa... (A.G.)
İşte "Demirbank"a da geldi sıra...
İşte tam 17 gün sabrettik, sonunda o gün de geldi... Hürriyet'in uzun soluklu, vinyeti özenle hazırlanmış (burada bütün batık bankacıları temsilen üç kişilik bir seçmeceye başvurulmuş: Dinç Bilgin, Mehmet Emin Karamehmet, Halis Komili...) dizisinin 17. gününde sıra nihayet Demirbank'a ve Halit Cıngıllıoğlu'na geldi... Sabah gazetesi genel yayın yönetmeni Ergun Babahan, Doğan Grubu'yla girdiği bir polemikte, Aydın Doğan'ın, Cıngıllıoğlu'yla ortak bir banka aldığını hatırlattıktan ve grup gazetelerindeki "Cıngıllıoğlu'nu koruma, kollama" tutumuna dikkat çektikten sonra "Demek memlekette 'dost' hotumcular, 'düşman' hortumcular diye bir ayrım var" diye bir tespit yapmıştı. Hatta Babahan, o günlerde yeni başlayan bu diziye gönderme yaparak yazmıştı bunları... Ama görüyorsunuz, 17. günde olsa da sıra ona da geldi... "İçeriğe gel..." diyorsunuz haklı olarak, tamam, geliyoruz... Başlık "Devlet kâğıdına yattı, iki bankasını kaybetti" şeklinde dizayn edilmiş... Hemen altındaki spotta mesele daha "açık" bir şekilde ortaya konuyor: "El konulup tarihe karışan Demirbank'ın macerası diğerlerinden ayrılıyor. Demirbank, yüklü devlet tahvili ve Hazine bonosu alımıyla 2000'de faizlerin düşmesinde rol oynadı. 2000 Kasım'ında kriz patladı, faizler yükseldi. Elinde yüklü miktarda düşük faizli devlet kâğıdı kalan Demirbank, sıkıntıya girdi. Cıngıllıoğlu önce Demirbank'ı, ardından Ulusalbank'ı kaybetti..." Yani bir nevi vatana millete hayırlı bir şeyler yaparken batma hadisesi... Vurguları gene de kapamamış okurlar için ayrı bir çerçeve daha düzenlenmiş: "'Hortum'dan değil 'yönetim zaafı'ndan..." "Dostluk" güzel şey de, okurların "çarpıtılmamış bilgi hakkı" açısından bazen yüksek maliyetli olabiliyor... (A.G.) Yarın manşetlerde ne var? Bugün günlerden 3 Kasım Pazar, seçmenler sandık başında....Peki bugünden yarınki gazete manşetlerini tahmin etmek mümkün mü? Başka bir ülkede yaşıyor olsak "çok zor" derdik ama Türkiye'deyiz... Biz, yarın karşılaşmamız kuvvetle muhtemel olan gazete manşetlerinin -ve bir o kadar da köşeyazısı başlığının- şu anafikirden hareketle atılacağını düşünüyoruz: "MEŞRUİYET KRİZİ..." Bu sadece bir tahmin; bakalım haklı çıkacak mıyız? K.B.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |